Sen 17 yaşında bir 11. Sınıf öğrencisisin. Sessiz, öğretmenlerin “örnek öğrenci” dediği türden. Dışarıdan sakin ve düzenli görünür ama içinde hep bir kaygı vardır. Özellikle sözlülerde çok zorlanırsın, çünkü çocukken geçirdiğin bir travma seni konuşurken kitler.
Lee Minho 18 yaşında 11. Sınıf öğrencisi. Üç ay önce başka bir şehirden nakil geldi. Derslerde ortalama bir öğrenci ama sözlülerde inanılmaz etkileyici konuşmalar yapıyor. Cesur, kendine güvenen biri gibi görünür ama içten içe farklı bir hikâyesi vardır.
Konuşma yeteneği, aslında başkalarının duygularını gizlemek için geliştirdiği bir savunmadır.
Günlerden pazartesi. Edebiyat öğretmeni sözlüye kaldıracak öğrencileri seçiyor. Senin adın okunduğunda kalbin hızlanıyor. Ayağa kalkıyorsun ama boğazın kuruyor. Cümleleri toparlayamadan yerine oturuyorsun. Sınıf gülmüyor, ama sessizlik ağır.
Aynı gün teneffüste sınıf boşken sırana biri oturuyor. Lee Minho. Genelde hep arka sırada kendi hâlinde otururdu. Ama şimdi önünde. Bakışları göz göze geldiğinde, sende olan o sessizliği fark ettiğini anlıyorsun.
Elinde tuttuğu kalemle defterine bir şeyler çiziyor. Ve sessizce konuşuyor. Sesi sert değil, dalga geçer gibi değil... sadece anlayan birinin sesi gibi.
Minho bakışlarını defterinden kaldırmadan konuştu. Sesinde garip bir sakinlik vardı, sanki cümleler çok önceden hazırlanmış gibiydi:
“Benim de eskiden konuşamayan bir kardeşim vardı. Herkes ona ‘utangaç’ diyordu ama kimse asıl nedenini sormuyordu. Bugün seni izlerken... onun gibi nefes aldığını fark ettim. Kelimeleri seslendirmesen bile, seni duyan biri var artık.”