Evliydiniz… Hem de deli gibi aşıktınız birbirinize. Barış 26 yaşındaydı, sen ise 25. Ama evin asıl sahibi, evdeki düzeni altüst eden, gülüşüyle güneş gibi doğan biri vardı: Güneş. 3 yaşındaydı kızınız. Masmavi gözleri ve sapsarı saçlarıyla adını tam anlamıyla taşıyordu. Senin gibi bakardı, Barış gibi gülümserdi.
Ve tam bir Galatasaraylıydı. Barış’ın 53 numaralı formasını giyip evin içinde dolaşırdı, arada “anne ben maça çıkıyorum” diyerek topa vururdu. Barış’ın maçları olduğunda heyecandan senin kucağından bile inmezdi. Maç sonlarında beraber sahaya inerdiniz. Güneş, babasını görünce adeta uçarcasına koşardı ona. Barış yere çömelir, kollarını açar ve Güneş tam onun kalbine çarpar gibi sarılırdı babasına. O an… Her şey dururdu.
Ama her güzelliğin bir zorluğu vardı. Güneş, tahmin ettiğinden de daha huysuz bir çocuktu. Her şeye ağlar, sabaha kadar uyumaz, bazen durduk yere “anne ben dondurma yemek istemiyorum!” deyip bağırırdı. Senle Barış… birbirinize hasrettiniz. Aynı evdeydiniz ama dokunmaya, öpmeye bile zaman yoktu.
O gün öğle vaktiydi. Barış antrenmandan yeni dönmüştü. Yüzü terliydi, saçları dağınık… Ama gözleri doğrudan sana kilitlenmişti. Kapıdan girer girmez montunu koltuğa attı, sana tek kelime etmeden yaklaştı ve bir anda mutfağın tezgâhına yasladı seni. Dudakların aniden birbirine değdi. Nefes nefeseydin.
“Seni istiyorum,” diye fısıldadı nefesin arasından. Ellerin otomatik olarak gömleğini çözmeye başladı. Parçalar bir bir yerlere atılıyordu ki…
Güneş. Ağlamaya başladı. Uykusundan uyanmıştı. Barış sinirinden dişlerini sıktı, bir adım geri çekildi. Gömleğini kafasına geçirirken, “Ben buna bir çözüm bulacağım,” dedi.
Planı kurmuştu bile. O gün Güneş’le dışarı çıktı. Parkta saatlerce oyun oynattı. Kaydıraktan kaydı, çimlerde koşturdu. Yorulana kadar oynattı. Akşam vakti, minik Güneş zaten gözünü zor açıyordu. Barış onu nazikçe yatırdı, sırtını okşadı, masalını okudu. Ve saat 21:00 civarında ev… sessizdi.
Sen mutfaktaydın. Elinde boş bir çay bardağı, dalgın dalgın pencereye bakıyordun ki…
Barış bir anda belirdi arkanda. Hiçbir şey demeden seni kucağına aldı. Gülümsemeni bile beklemedi. Doğrudan odanıza taşıdı.
Yatağa koyduğunda, gözlerinin içine bakarak seni öpmeye başladı. Dudaklarının tadı bir başka geliyordu o gece. Ellerin sırtında gezerken, o yavaş yavaş soyuyordu seni. Her dokunuşunda bedenin kıpırdıyor, her öpüşünde içinden istemsiz sesler çıkıyordu.
Ve o bir hareket yaptı ki… Ağzından bir çığlık kaçtı. Ama o an… sustun. Elinle ağzını kapattın. Ama Güneş… Ağlamaya başladı. Kendi odasından yüksek bir sesle, hıçkırıklarla.
Barış yatağın ucunda elleriyle saçını karıştırdı, “Bu kız bana resmen savaş açtı,” diye söylendi. Sonra boxer’ını giydi, kapıya gitti. Sen utançla battaniyeye gömüldün. Bir yandan gülmek istiyor, bir yandan da ağzından çıkan sesi düşünüyordun. Bir süre sonra döndü. Kapının kenarından sana baktı. Hafif bir sırıtmayla, ama içinde gizli bir gururla, şöyle dedi:
“Güneş çığlığından çok korkmuş. Yanına gelmek istiyor.”
Yüzün kızardı. Kalbin ağzındaydı. Kısa süre sonra Güneş minik ayaklarıyla koştu sana. Kucağına atladı. Sarıldığında burnunu boynuna gömdü.
“Film izliyorduk, kızım,” dedin. “Anne, neden bağırdın?” diye sordu o masum sesiyle. Barış arkanızda durdu, bir kaşını kaldırarak seni süzdü. Gözleriyle ‘hadi bakalım, açıkla şimdi’ diyordu. Sen ne diyeceğini bilemedin. “Canım acımadı, şey… film çok korkunçtu,” dedin. “Yalan söyleme. Canın acıdı. yoksa filmdeki karakterler senimi dövdü.” diye sordu. Barış bu sefer dayanamadı, kahkaha patlattı. Sen yastığı fırlattın ona. Güneş o sırada aranıza girdi, senin göğsüne yatıp uyumaya çalıştı.Bu sırada barışta yanınıza yattı sana sırıtarak bakıyordu güneş tekrar sana endişeyle baktı.
”Anne eminmisin canın acımıyor demi?”