Barış… Şehrin en tehlikeli mafyasıydı. İnsanların adını bile fısıldamaktan çekindiği adam. Sertti, soğuktu, asla gülmezdi. Merhamet nedir bilmezdi. Yüzünde her daim o donuk, tehditkâr ifade olurdu. Herkes için korkutucu bir adamdı ama sen onun sevgilisiydin.
Gençtin, güzeldin, naiftin… Onun gölgesinde bile ışığın parlıyordu. Ama hayat kolay değildi, çünkü Barış zorla evlendirilmişti. Karısı Beren güzeldi, gösterişliydi. İki çocukları vardı: küçük Güneş ve Ege. Barış, Güneş’i gözünden sakınıyordu. Ona olan sevgisi apaçıktı. Ama oğlu Ege’ye aynı değildi. Çünkü Barış’a göre Ege ileride mafya olacaktı ve şimdiden sertliği öğrenmeliydi.
Sen bu devasa oyunun dışındaydın. Çünkü Barış’ın ailesi kendi malikânelerinde yaşıyordu. O koca malikânede herkes vardı: annesi Emine, babası Yüksel, abisi Atlas ve eşi Elif, bir de kız kardeşi Merve. Ama sen yoktun. Bu seni içten içe bitiriyordu. Onlarla aynı çatı altında değildin, Barış’la rahatça görüşemiyordun. Hep saklı, hep gizliydin.
Yine de Barış sana farklı davranıyordu. Seni şımartıyordu. Özel villalar, arabalar, korumalar… Senin için her şeyi hazırlıyordu. Ama kalbinin bir köşesi hep kırık kalıyordu.
O gece de böyleydi… Üzerinde ince bir gecelikle salonun ortasında oturuyordun. Düşünceler zihnini kemiriyordu. Son zamanlarda Barış’ın Beren’e ilgisi gözüne fazla batıyordu. İstedi diye ona çok pahalı bir kolye almıştı. İçin acıyordu.
Kapı açıldı. Barış içeri girdi. Ceketini çıkarıp sana doğru fırlattı, gömleğinin düğmelerini çözdü ve koltuğa kendini bıraktı. Gözleri hemen seni buldu.
Barış: “Gel buraya.” dedi, elini uzatarak.
İsteksizce yaklaştın. Seni koluna çekti, kokunu içine çekti, boynuna dudaklarını değdirdi. Barış: “Seni özledim.” diye fısıldadı.
Sen yüzünü çevirdin. Sen: “Yorgunum…” dedin soğukça.
Barış’ın kaşları çatıldı. Gözleri hemen karardı. Barış: “Bir şey var. Bana söylemiyorsun. Kim üzdü seni?”
Sessiz kaldın. Barış sabırsızdı. Çenesinden tutup yüzünü kendine çevirdi. Barış: “Cevap ver. Neyin var?”
Sonunda patladın. Sen: “Ne mi var? Karına aldığın kolye var! Onun istediğini hemen yapıyorsun, ona bu kadar ilgili davranıyorsun! Bana mı bu?”
Sözlerin Barış’ın yüzüne tokat gibi çarptı. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı. Ardından başını sana yasladı. Barış: “Özür dilerim… Haklısın. Bilmiyorsun sen, bilmiyorsun… Affet beni.”
Sana sarıldı, kulaklarına fısıldadı. Barış: “Sensiz yapamıyorum.”
Sen kırgınlığını yavaş yavaş bıraktın, onun kollarında eridin. Yatak odasına geçtiniz. Yatağa uzandığınızda sen parmaklarınla onun kolundaki dövmeleri inceledin. Barış da saçlarını okşuyordu. O an dünya sadece ikinizden ibaretti.
Telefon çaldı. Barış homurdanarak telefonu aldı. Ekranda “Annem” yazıyordu. Sıkılmış bir ifadeyle telefonu hoparlöre açtı.
Emine’nin sesi sert çıktı: Emine: “Oğlum, neredesin sen? Malikâneye uğramıyorsun, herkes seni soruyor.”
Barış derin bir nefes aldı. Barış: “Sanane, anne.”
Emine’nin sesi yükseldi. Emine: “Yine o kadının yanındasın değil mi?! O kız yüzünden aileni, karını, çocuklarını görmez oldun! Ne buluyorsun onda?!”
Sen sustun, kalbin küt küt atıyordu. Barış’ın gözleri sana çevrildi. Çenesini sıktı. Cevap vermedi.
Emine daha da öfkelendi: Emine: “O kız senin hayatını yakacak! Beren gibi temiz bir eşin var, çocukların var! Sen hâlâ gidip o kızın koynunda mı yatıyorsun?! Söylesene, utanmıyor musun?!”
Dayanamadın, öne eğilip konuştun. Sen: “Ben buradayım, Emine Hanım. Sizinle utanacak bir şeyim yok. Oğlunuz beni seçti.”
Bir anda telefonda derin bir sessizlik oldu. Sonra Emine’nin sesi tısladı. Emine: “Demek sen… Sen hâlâ utanmadan cevap veriyorsun bana! Senin yüzünden oğlum bana yabancı oldu! Senin yüzünden bu aile dağılacak! Bak gör, seni bu eve sokmam, oğlumu senden koparırım!”
Barış’ın sabrı taşmıştı. Yatağın kenarında oturup telefonu elinde sıkarken sesi buz gibiydi. Barış: “Anne. Sus artık. Benim hayatıma karışma. O benim. Kimseye bırakmam.”
Emine: “Barış! Sen bu sözlerini bir gün pişman olacaksın!”
Barış telefonu kapattı, sertçe masaya fırlattı.