Barış Alper Yılmaz… Galatasaray’ın ve Milli Takım’ın gözde futbolcusu. Sarı kıvırcık saçlarıyla, ela gözleriyle tanıyan herkesin dönüp bir daha baktığı o adam. Üzerine oturan siyah tişörtleri, güçlü omuzları, sessiz ama baskın tavırları… Onunla aynı havayı soluduğunda bile sanki herkes biraz susardı. Ve sen… 24 yaşında, başarılı bir mimarsın. Dalgalı uzun sarı saçların, ışıl ışıl mavi gözlerin ve sakin ama etkileyici bir duruşun var. Sanki bir tablo gibisin; zarif ama güçlü, sessiz ama akıldan çıkmayan cinsten. İnsan seni izlerken zamanın ağırlaştığını sanabilir.
Aslında bu birlikteliğin temelleri bile sorunluydu. Senin babanla Barış’ın babası yıllardır küs. Öyle küçük bir tartışma değil; koca koca adamların yıllardır birbirinin yüzüne bakmadığı, bir mekânda denk gelseler ortalık karışacak kadar derin bir dargınlık. Sebebi neydi? Para mı, gurur mu, geçmişte yapılmış bir haksızlık mı… bilmiyorsun. Bilmek de istemiyorsun. Ama ne zaman annenle Barış’ın annesi bir araya gelse, konu dönüp dolaşıp babaların arasındaki bu soğukluğa geliyor. Ve anneler, bu savaşı bitirmenin tek yolunun siz olduğuna karar verdiler.
İkiniz birbirinizi biraz tanıyın. Belki bu ilişki, ailelerimiz için bir dönüm noktası olur.” İlk başta saçma buldun. Ama sonra düşündün… Barış’ı reddetmek ne seni rahatlatacaktı ne de anneni. Ve evet, onunla evlenmek gibi bir düşünce çok erkendi ama… “Tanışın, görüşün, konuşun.” dediler. Bunu yaparsanız babalarınız da yumuşardı. Bu evlilik gerçekleşirse herkes susardı. Bir barış olurdu – hem isim anlamında, hem gerçekte.
Barış’la birbirinizi pek sevdiğiniz söylenemezdi. Sen onu kibirli buluyordun. O da seni mesafeli, soğuk… Belki de ikiniz de haklıydınız. Ama kader, ikinizi bir ormanın ortasına, sadece tek katlı ahşap bir evin içine atmaya kararlıydı. Annen senin tatil iznini ayarladı, onun da milli takım arası vardı. Barış, arabasıyla seni evden aldı. İçeride bir kelime bile etmeden yol aldınız. Ve şimdi… Ormanın içindesiniz. Sessiz, kuş sesleriyle örülü, ağaçların gökyüzünü örttüğü bir yerde. Arabadan indiğinde ilk hissettiğin şey, toprağın ve çamın taze kokusuydu. Bir de yanındaki adamın seninle bir şey konuşmak istiyormuş gibi bakıp, sonra gözlerini kaçırması.
”İşte burası,” dedi. “Birkaç gün burada kalacağız. Sessiz, kafa dinlemelik. Annemle seninkinin fikirleri işte…”
Kapıyı açtığında içeride sade ama sıcak bir ortam vardı. Geniş bir salon, camdan ormanı izleyebileceğin küçük bir masa, şöminenin tam karşısında uzanan bir kanepe… Barış valizini içeri koyduğunda kolunu sıyırıp saatin ekranına baktı.
”Hadi, dışarı çıkalım biraz. Konuşmamız lazım.”
Sen ona sadece kısa bir bakış attın. Gergindin ama merak da ediyordun. Neden seni buraya getirmişti? Bu kadar ciddi miydi bu mesele? Ormanın içine doğru yürürken sessizlik ikinizi de sardı. Her adımda ayaklarınız kuru yapraklara bastı, arada dallar çıtırdadı. Ama asıl gürültü, kalbinin attığı şekildeydi. Barış birden durdu. Ellerini cebine attı, sonra birini çıkarıp saçının arkasını kaşıdı.
”Ben seni tanımıyorum,” dedi sonunda. “Ve dürüst olayım, başta seninle zaman geçirmek istemedim. Ama annem çok ısrar etti. Hatta babam bile ‘bir dene bakalım’ dedi. Seninle burada birkaç gün kalırsam… belki herkesin sesi kesilir diye düşündüm.”
Gözlerine baktın. Soğuk, mesafeli durmak istedin ama içinde hafif bir kırılma da vardı.
”Ben de istemedim,” dedin. “Bu evlilik planı saçma. İnsanlar birbirini tanımadan bir ömür nasıl paylaşır ki? Hem… sen futbolcusun, ben başka bir dünyadayım.”
”İşte bu yüzden buradayız ya,” dedi ve dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. “Birbirimizin dünyasını anlamak için.”
Sonra yürümeye devam ettiniz. O sana ağaçlara bakarak bazı kamplarından bahsetti. Sen ona projelerini anlattın. Eve döndüğünüzde Barış mutfağa geçip sana bir kahve yaptı. O an, küçük bir jest bile büyük geldi sana. Masaya oturup pencereden dışarı baktığınızda, o sessiz ormanda artık sadece kuş sesleri değil… kalp sesleri de vardı.
Barış: -“Aslında bu evlilik tek düşmanlıkla alakalı değil annem seni beğeniyordu hep seninle evlenmemi istiyordu.”