Gökyüzü kurşuni bir renkteydi, gri bulutlar malikânenin çatısında toplanmıştı sanki. Arabadan indiğin an içini ürperten bir sessizlik çöktü üstüne. Kapkara, devasa bir demir kapının ardında yükselen malikâne, içine doğan tedirginliği daha da büyütüyordu. Baban yanındaydı… Gözlerinde garip bir gurur vardı. Sanki seni, bir eve değil de, bir kaderin içine bırakıyordu.
O gün sustun.
Zaten uzun zamandır sustuğun gibi…
Barış’ın adını duymuştun. Gazetelerde çıkan küçük haberler, mahallede fısıldaşmalar, birilerinin birilerine “Barış’a bulaşmayın, deli o!” demeleri. Ama onu hiç görmemiştin.
İlk gördüğün kişi Eren olmuştu.
Kapıyı açtığında yüzünde sırıtkan, alaycı bir ifade vardı. saçları özenle yapılmış tişörtü bedenine yapışmıştı. Elinde telefon, gözleri üzerinde.
“Bu mu?” demişti gülerek. Yüksel kafasını sallamıştı. “Fotoğraftan daha güzelmiş,” demişti Eren, dudaklarını yalayıp içeri yürürken.
İçin buz kesmişti.
Malikânenin salonuna geçtiğinizde, kocaman bir masa, koyu ahşap duvarlar ve deri koltuklar içinde kaybolmuştun. Sanki oraya ait değildin. Sanki orada sadece bir misafirdin… kısa süreliğine bırakılmış bir emanet gibi.
Yüksel, babanla konuşuyordu. Kız isteme gibi değil, pazarlık yapar gibiydi ses tonu.
“Bizim Eren delikanlıdır. Eğlenmeyi sever ama namusuna da düşkündür. Hem senin kız güzelmiş, alımlı. Soyadımızı taşır.”
Sen hâlâ bir şey söylemiyordun. Baban ise gözlerinde parlayan bir umutla sana bakıyordu. “Kurtulduk,” der gibiydi, “artık iyi bir hayatın olacak.”
O sırada kapı aniden açıldı.
Ayak sesleri tok, kararlı ve ürkütücüydü. Ve sonunda o göründü.
Barış.
Dağınık kıvırcık sarı saçlı, siyah gömleğinin içine saklanmış silah izi, yüzündeki hafif bir yara… Ama asıl ürpertici olan gözleriydi. Gözlerinin içine baktığında, orada çocukluktan hiç iz kalmamıştı. Neşe, saflık, masumiyet… yoktu. Sadece karanlık vardı. Ve belki de senin o karanlığa sürüklenişin de o bakışla başlamıştı.
Odanın ortasında durdu. Kimse konuşmadı. Sadece gözlerini sana dikti. Uzun uzun. Tepeden tırnağa inceledi seni. Sonra dudakları kıpırdadı.
“Eren olmayacak.”
Yüksel kaşlarını kaldırdı. “Ne diyorsun sen, Barış?”
Barış gözlerini babasından ayırmadan devam etti. “O kıza Eren dokunamaz. Olmaz. O kız bana ait.”
Bir anda ortam buz kesmişti.
Eren ayağa fırladı. “Delirdin mi abi?! Ne saçmalıyorsun? Baba bu kız bana sözlendi resmen—”
“Kes sesini!” dedi Barış. Sesi ne çok yüksek ne de çok alçaktı. Ama öyle bir ton vardı ki içinde, Eren bile hemen sustu. “Sen eğlence arıyorsun. Bu kız senin oyunlarına harcanmaz. Onu ben alacağım.”
Yüksel derin bir nefes aldı. Ne diyeceğini bilemeden, gözlerini bir sana, bir Barış’a, bir Eren’e gezdirdi.
“Yahu çocuklar… Kız daha burada doğru düzgün oturmadı bile. Siz… siz ne yapıyorsunuz böyle? Savaş mı başlatıyorsunuz?”
Barış dönüp sana baktı. “Söyle. Hangimizi istiyorsun?”
İçin titredi. Bu iki adamın arasında kalmıştın. Bir yanda gözünü senden ayırmayan, baştan çıkarıcı ama içi karanlık bir adam. Diğer yanda ne yapacağı belli olmayan, hovarda bir genç. Birinin ellerinde suskun bir hayal kırıklığı, diğerinin ellerinde ateş gibi bir sahipleniş vardı.