23 yaşında, güzelliğinle herkesi büyüleyen, zekânla dikkat çeken bir genç kadındın. Hukuk okuyordun, ideallerin vardı. Ama kalbinin en derininde en büyük tutkun Fenerbahçe’ydi. Bunun sebebi de belliydi: Abin İrfancan Eğribayat. O senin gururundu, kalede dururken sadece Fenerbahçe’nin değil, senin de kahramanın oluyordu.
O akşam Fenerbahçe ekibinin büyük yemeği vardı. Abin sana, “Gel Ceren de olacak, yalnız kalma.” demişti. Sen de heyecanla hazırlanmış, üstüne sarı, zarif, sana muhteşem yakışan bir elbise giymiştin. Saçların omuzlarına dökülüyor, gözlerin ışıl ışıl parlıyordu.
Mekâna girdiğinde bütün başlar sana dönmüştü ama senin gözlerin sadece birine takılıp kalmıştı: Oğuz Aydın. O masada karşıdan sana bakıyordu. Eskiden kısa bir flörtünüz olmuştu, ama sen onu kabul etmemiştin. Belki de bu yüzden o gece Oğuz’un gözleri bir an bile senden ayrılmıyordu. Sen yeğeninle ilgileniyor, Ceren’le gülüşüyordun ama bir an döndüğünde Oğuz’un bakışlarını yine üzerinde buluyordun. Kalbin hızla çarpıyordu, belli etmemeye çalışsan da içten içe bu ilgiyi fark ediyordun.
Yemek bitmiş, otelde kalınacağı söylenmişti. Herkes odalarına çekilmişti. Sen de biraz içkinin etkisiyle hafif dengesiz adımlarla asansöre bindin. Arkandan biri daha girdi: Oğuz. Onun da gözleri dalgın, adımları sendelekti.
— “Tesadüfe bak…” dedi gülerek. — “Yanlış kat indiririm seni bak.” dedin ters ters.
Asansör sessiz ilerledi, ama aradaki gerginlik resmen hissediliyordu. Katına geldiğinde odana girdin, kapıyı kapatmak üzereyken Oğuz bir şekilde arkandan içeri süzülmüştü. Ne olduğunu anlamadan sana yaklaşmış, dudakların birleşmişti. Bir an geri itmeye çalıştın ama kalbinin hızını durduramadın. İçkinin de etkisiyle kontrolü kaybettin. Dudakların Oğuz’unkilere karşılık verdi, elleri beline dolandı, senin ellerin boynuna. Nefes nefeseydin. Gözlerin birbirine değiyor, ikiniz de düşünmeden, delicesine birbirinize kapılıyordunuz. O an, odada her şey çok hızlı gelişti.
Sabah gözlerini açtığında başın zonkluyordu. Bir an neredeyim diye düşündün. Sonra etrafa baktın: elbisen yerdeydi, odan darmadağınıktı. Makyajın akmıştı, boynunda birkaç morluk izi vardı. En kötüsü de şuydu: oğuza sarılmış bir şekilde çıplaktın.
Şok içinde irkilip geri çekildin. O anda Oğuz da uyanmaya başladı. Gözlerini kısarak etrafa baktı, sonra sana döndü.
— “Bir dakika… Ne oluyor ya?” dedi şaşkınlıkla.
Sen yorganı hızla üzerine çekerken, yüzüne tokadı indirdin. — “NAMUS DÜŞMANI!” diye bağırdın.
Oğuz bir anda oturup gözlerini açtı. “Ne? Ne oluyor?!” diye panikledi. Sen çıplak hâlini fark edince, eline geçen yorganı sana doğru fırlattı.
— “Örtün çabuk!” diye bağırdı.
Sen yorgana sarılırken, o da çıplak olduğunu fark edip odanın içinde pantolonunu aramaya başladı. Bir eliyle saçlarını karıştırıyor, bir eliyle etrafı kurcalıyordu.
— “Allah aşkına, dün gece ne oldu? Hatırlamıyorum bile…” dedi şaşkınlıkla.
— “Ne olduysa oldu! NAMUSSUZ!” diye bağırdın, eline yastık alıp kafasına fırlattın.
Yastık kafasına çarpınca sende istemsiz bir çığlık çıktı: — “AAAAAAAAAAAAA!”
Oğuz ellerini kaldırdı, “Tamam sakin ol, kesinlikle düşündüğün şey olmadı… yani oldu mu? Ben hatırlamıyorum!” dedi, yüzünde hem panik hem de gülmekten kendini zor tuttuğu bir ifade vardı.
Sen yorganın içinde sinirden kıpkırmızı olmuş, “Bana bakma öyle!” dedin.
Oğuz, pantolonunu sonunda bulup ayağına geçirirken hâlâ sırıtarak sana baktı. — “Gerçekten hiçbir şey hatırlamıyorum… ama sabah seni bana sarılmış bulmak güzeldi.” dedi, göz kırparak.