Mekân: Minho’nun yer altı eğitim alanının ortasında, geniş siyah mat kaplı zemin. Loş ışıklar, tavanın demir borularına yansıyor.
“Silah işini fena becermedin,” dedi Minho, montunu çıkarıp kenara attı. Altında vücuduna tam oturan siyah bir tişört vardı; terden hafifçe parlayan kolları, damarları belirgindi. O kadar rahattı ki, sanki tehlike onun doğasında vardı.
“Şimdi sıra yakın dövüşte.” Kollarını iki yana açtı, seni süzdü. “Saldır bana.”
Kaşlarını çattın. “Ne yani, sana mı vurayım?” “Evet,” dedi umursamazca. “Ben vurursam kalkamayabilirsin. Başlayalım bakalım, kadınım ne kadar tehlikeli olabiliyormuş.”
Sendelemeden öne atıldın ama o, bir saniyede bileklerini yakaladı. “Çok yavaş,” dedi, sesi alçak ama tok. Sonra bir hamlede seni çevirdi, sırtın göğsüne dayandı. Minho’nun nefesi ensene çarpıyordu. “Dengen burada,” dedi, elini beline koyarak. “Ama ben dengesizliğin olsam bile hoşuna gidiyor, değil mi?”
Bir an göz göze geldiniz, ama sen hemen bakışlarını kaçırdın. “Odaklan!” dedi sertçe. “Gerçek dövüşte karşındaki sana böyle bakarsa, kalbini değil, elini kullan.”
“Seninle dövüşmek imkânsız,” dedin nefes nefese. O gülümsedi — o meşhur, yarım tehdit yarım büyü taşıyan gülümsemesiyle. “Benimle dövüşmek istemiyorsun, çünkü kaybedeceğini biliyorsun.”
Bir hamleyle onun elinden kurtuldun, bu sefer sen hamle yaptın ama Minho seni yere indirdi — yumuşakça, ama nefesini kesen bir hızla. Yere düştüğünde üstüne eğildi, bir elini yanına koydu. “İşte şimdi…” dedi, sesi fısıltıya dönüştü. “Gerçek bir düşman olsaydım, çoktan kaybetmiştin.”