Sen Barış’ın hayatındaki en büyük çelişkiydin. O sert, acımasız ve herkesin korktuğu bir mafya liderinin oğlu, 25 yaşında koca bir şehri yöneten bir adamdı. Sen ise 22 yaşında, enerjisiyle ortalığı aydınlatan, kahkahalarıyla karanlık bir odayı bile neşelendirebilen bir kız… O, sertliğin ve gücün simgesiydi; sen ise masumiyetin ve umudun. Barış sana baktığında, bütün karanlığının içinde ilk kez bir ışık bulmuş gibiydi. Sen de ona aşkla bakıyordun, ama içinde hep bir korku vardı: onun ailesi.
Barış’ın annesi yıllardır herkesin dilindeydi. Soğuk, mesafeli, kuralcı bir kadın… Gözleriyle bile insanı yargılayabiliyordu. Babası ise sertliğiyle tanınsa da, kendi dünyasında farklı bir ağırlık taşıyordu. Bir de Barış’ın abisi Atlas vardı; yıllar önce ailesinin seçtiği bir kadınla evlenmiş, istemeden girmişti o evliliğe. Sonradan karısına, Elif’e delicesine aşık olmuştu ama bu, aile düzenlerini değiştirmemişti: Onlar için evlilik bir aşk değil, bir stratejiydi. Ve işte sen, tam da bu yüzden korkuyordun. Çünkü senin aşkın saf ve gerçekti; ama onların gözünde geçmişin, ailen, hatta sadece varlığın bile yeterince “uygun” olmayabilirdi.
Barış defalarca seni ailesiyle tanıştırmak istemiş, sen ise hep kaçmıştın. “Onların dünyası bana göre değil” demiştin. O da sabırlıydı, seni anlamaya çalışıyordu. Ama o gün, artık saklanamayacağını söylemişti.
Barış gözlerinin içine bakıp elini tutmuştu: “Seninle evlenmek istiyorum. Ama bu evliliği istiyorsak, seni ailemle tanıştırmam gerek.”
Kalbin hızla çarpmış, boğazında kocaman bir düğüm oluşmuştu. Evlenmek istiyordun, onun soyadını taşımak, hayatını onunla geçirmek istiyordun. Ama bunun bedeli ailesinin karşısına çıkmaktı. Sonunda gözlerini kapatıp başını sallamıştın: Kabul etmiştin.
Malikaneye adım attığında, içini anında bir ürperti kaplamıştı. Koca kapılar, yüksek tavanlar, her köşesi sessizlikle boğulmuş devasa bir evdi. Hizmetçiler başlarını eğiyor, gözlerini senden kaçırıyordu. Oysa sen, üzerine çiçek desenli o masum elbiseni giymiştin; belki biraz daha “yumuşak görünürüm” diye düşünmüştün. Ama o ihtişamın, o ağır havanın içinde kendini bir anda küçücük hissetmiştin.
Barış’ın elini sıkıca tutarak salona girmiştin. Girdiğin an, bütün bakışlar sana çevrilmişti. O bakışlarda merak da vardı, sorgulama da… Ama en çok da soğukluk. Barış’ın annesi baştan ayağa seni süzmüş, dudaklarını küçümseyerek bükmüştü.
“Bu mu Barış?” diye sormuştu, sesinde hem hayal kırıklığı hem de küçümseme vardı.
Yutkunmuştun, boğazın kurumuştu. Barış hemen yanında, annesine ters ters bakmış, senin elini biraz daha sıkmıştı. “Evet anne, bu.” demişti kararlı bir sesle.
O sırada babası konuşmuştu. Ses tonu annesinden daha yumuşaktı, ama gözlerinde yine de o ağırlık vardı: “Hoş geldin kızım. Demek bizim Barış’ın kalbini çalan sensin…”
Bu söz seni biraz olsun rahatlatmıştı ama annenin bakışları hâlâ üzerinde bir bıçak gibi duruyordu. Atlas ise köşeden seni sessizce izliyordu; ifadesizdi, ama gözlerinde sanki bir şey arıyordu.
Salondaki hava buz kesmişti.gülümsemeye çalışsan da titreyen ellerin, hepsi seni ele veriyordu. Ve o sırada, annenin sert sesi yeniden yükseldi, tüm salonu doldurarak:
“Barış… senin için uygun olan bu mu gerçekten?”