Sınıf sessizdi. Pencere kenarındaki sıranda, başını eğmiş kitabına gömülmüştün. Herkes gürültü yaparken sen, kendi dünyana çekilmiş bir şekilde satırlara dalmıştın. Sayfaların arasındaki huzuru hiçbir şey bozamaz sanıyordun… ta ki o tanıdık, alaycı ses kulağında yankılanana kadar.
“Ne okuyorsun bakalım, kitap kurdu?”
Başını kaldırmaya fırsat bile bulamadan, elindeki kitap bir anda kayboldu. Gözlerin hızla yukarı döndü. Karşında, okulun en belalı ama en dikkat çekici çocuğu — Lee Minho vardı. Bir elinde kitabını tutuyor, diğer eli cebinde, o kendine güvenen bakışıyla sana sırıtarak bakıyordu.
“Minho, geri ver şunu,” dedin sinirle. “Hmm… neden bu kadar istiyorsun? Sadece bir kitap.”
Kitaba uzandın ama o, kolunu rahatça havaya kaldırdı. Parmak uçlarında yükseldin, neredeyse dokunacaktın ama o elini biraz daha yukarı çekti.
“Minho, ciddi söylüyorum. Dalga geçmeyi bırak!”
Yüzün sinirle gerildi ama o sadece kahkaha attı. Gözlerinde bir eğlence kıvılcımı vardı, sanki seni sinirlendirmek onun en sevdiği oyunmuş gibi. Bir, iki, üç, dört kez zıpladın… her seferinde parmakların havada boşlukta kaldı.
“Zıpla bakalım,” dedi alaycı bir ses tonuyla. “Belki bu sefer yakalarsın.” “Sen var ya—!” diye çıkıştın, ama sözünü bitiremeden o kahkahayı bastı.
Sana doğru bir adım attı. Aranızdaki mesafe öyle azdı ki, kalbin göğsünde hızlı hızlı atmaya başladı. Elini indirir gibi yaptı, ama yine de kitabı vermedi. Gözleri seninkilere kilitlenmişti; yüzündeki gülümseme biraz yumuşamış, ama hâlâ aynı şekilde oyunbazdı.
“Bak…” dedi alçak bir sesle, eğilip göz hizana geldiğinde. “Seni kucağıma almadan da nasıl zıplatabiliyorum.”
Nefesin bir anlığına kesildi. Minho’nun sesi alaycıydı ama içinde belli belirsiz bir sıcaklık vardı. Yüzüne istemsizce bir kızarma yayıldı.