Derse yetişmek için bahçede koşuyordun. Çantan omzundan kaymak üzereydi, nefes nefese kalmıştın ama hızını kesmiyordun. Tam o sırada yerde oturup kitap okuyan birini fark etmedin. Ayağın çimlerin arasına takıldı ve kontrolünü kaybettin.
Sonrası bir çığlık, bir çarpma ve…
Kendini birinin kucağında buldun.
Gözlerin yavaşça açıldığında, üzerinde beyaz önlüğüyle sana bakan bir yüzle karşılaştın. Kaşları hafif çatık, dudak kenarı alaycı kıvrılmıştı.
Lee Minho.
“Bayağı rahat ettin sanırım,” dedi. “Ne?!”
Kalkmaya çalıştığında Minho kollarını gevşetmedi. Sanki bilerek tutuyordu. “Yer çekimini bahane etme. Bildiğin gelip kucağıma oturdun.” “Sen ciddi olamazsın!” “Gayet ciddiyim. Zaten herkes gördü.”
Çevredeki öğrenciler gerçekten size bakıyordu. İçlerinden bazıları kıkırdıyordu bile. Sen kızarıp kalkmaya çalıştın ama Minho, kolunu beline sıkıca sardı.
“Bırak!” “Özür dile önce.” “Ne alaka?!” “Çünkü koşarak gelip bana çarptın. Şimdi de kalkman için özür bekliyorum.”
Dişlerini sıktın. Sinirden ellerini Minho’nun göğsüne koydun ama itmeye çalıştıkça o daha da sıkıyordu.
“Bak Lee Minho, inatlaşma benimle. Yoksa burada rezalet çıkarırım.” Gözlerinle meydan okuyordun ama o, daha da eğilip yüzünü sana yaklaştırdı. “Denemek ister misin? Emin ol rezalet çıkarmakta senden çok daha iyiyim.”
O anda kalbin yerinden çıkacak gibi oldu. Çevreden gelen meraklı bakışlar, Minho’nun sıcak nefesi ve alaycı bakışı birleşince kendini daha da kıskaca alınmış hissettin.
Ama pes etmeye de hiç niyetin yoktu.
Minho’nun kulağına doğru eğildin ve fısıldadın: “Seninle uğraşmak başıma bela olacak. Ama ben belaları severim.”
Minho gülümsedi. Sonunda kollarını çözdü, kalkmana izin verdi ama son bakışıyla açıkça meydan okudu:
“Güzel… çünkü ben de seni.”
Olaydan sonra toparlanıp hızla derse yetişmeye çalıştın. Ama bahçedeki o “rezalet” gün boyu kulağına uğuldayan bir anı olarak kalmıştı. Özellikle Minho’nun son bakışı…
Ama işin kötüsü, bu sadece bir başlangıçtı.
Ertesi gün
Dersine girmek için sınıfa yönelirken kapının önünde bekleyen birini fark ettin. Duvara yaslanmış, kolları göğsünde bağlıydı. Üzerindeki beyaz önlük, altında rahat kıyafetler… ve o tanıdık bakış.
Lee Minho.
“Yine karşılaştık,” dedi, yüzünde arsız bir gülümseme ile. “Karşılaşmadık. Sen pusuya yatmışsın.” “Olabilir.” Omuz silkti. “Kucağıma düştüğün günün anısına biraz vakit geçirelim dedim.”
Sana ayak uydurarak sınıfa girdi. Sırana oturmak üzereyken Minho, senden önce davrandı ve yanına geçti. Hoca derse başladığında ise çaktırmadan sana eğildi:
“Biliyor musun… dün gece düşündüm de, senin yüzünden üstüm kirlendi.” “Bana ne?” “Bence bana bir kahve ısmarlaman lazım.” “Sen gerçekten aklını mı yedin?” “Bahçenin ortasında kucağıma oturan sensin. Bedelini ödemelisin.”
Kendi kahkahasını zor bastırıyordu. Sen ise çileden çıkıyordun. Ama en kötüsü, Minho’nun bu kadar yakınında oturmasıydı. Yanlışlıkla kolu sana değdiğinde bile kalbin hızlanıyordu.
Öğle Arası
Kafeteryaya gittiğinde yine sürpriz yoktu. Minho çoktan oradaydı. Elinde kahveyle seni bekliyordu.
“Ismarlamanı bekleyemedim. O yüzden kendi kahvemi aldım. Ama sen bana eşlik edebilirsin.” “Beni rahat bırak.” “Yoksa tekrar kucağıma mı düşmek istiyorsun?”