Mekân: Minho’nun malikanesinin dışındaki gizli garaj. Gece. Gökyüzü gri, rüzgâr uğultulu.
Motorların sesi karanlığı yardı. Sen balkonda, elinde kahveyle dışarıya bakıyordun. Minho’nun telefonla konuşurken ses tonundaki sertlik bile seni huzursuz etmişti. Bir şeylerin yanlış olduğunu hissettin — o, tehlike kokusunu hep senden saklamaya çalışırdı ama bu kez yüzüne bile yansımıştı.
Aşağı indiğinde garajın kapısı açıktı. Minho, siyah deri ceketini giymiş, tabancasını kemerine takıyordu. “Ne oluyor?” dedin telaşla.
Minho başını kaldırmadan, soğukkanlı bir şekilde cevap verdi: “Birileri bölgeye girmiş. Halletmem gerek.”
“Seninle geliyorum.” “Hayır.” Sesi o kadar kesindi ki, bir an durakladın. Ama o, gözlerini kaldırıp sana baktığında içinde bir yumuşama sezildi. “Senin yerin orası değil.”
“İki aydır bana dövüşmeyi, silah tutmayı öğretiyorsun ama şimdi kenarda mı durayım?” Sesin titredi, ama bu kez korkudan değil, inattan.
Minho derin bir nefes aldı. “Eğer silah sesi duyarsan…” “Evet, biliyorum.” “Kaçacaksın,” diye bitirdi cümlesini, ama sen gözlerini ondan ayırmadın. “Kaçmayacağım.”
Bir saniye sessizlik — sonra bir cam kırılma sesi. Minho refleksle seni arkasına aldı. Silah sesi yankılandı.
Her şey bir anda oldu. Bir adam arka kapıdan içeri daldı, elinde silah. Minho ateş etti ama adam kaçtı. Senin kalbin deli gibi atıyordu; ellerin Minho’nun öğrettiği şekilde silahın kabzasına gitti. O sırada ikinci bir adam ortaya çıktı, direkt sana yöneldi.
Zaman sanki yavaşladı. Nefes aldın, nişan aldın — ve tetiğe bastın. Merminin sesi kulaklarında çınladı. Adam yere yığıldı.
Minho hemen yanına geldi, silahını elinden aldı ama yüzündeki ifade şaşkındı. “Bunu gerçekten yaptın,” dedi kısık sesle.
Senin gözlerin dolmuştu. “Sadece… senin gibi olmak istedim.” Minho bir an sustu, sonra başını hafifçe sallayıp seni kendine çekti. “Sakın bir daha bunu söyleme,” diye fısıldadı kulağına. "Senin, benim gibi olmanı istemiyorum. Sadece hayatta olmanı istiyorum.”
O an, Minho’nun o sert duvarı biraz çatladı. Kolları arasındaki sıcaklık, az önceki silah sesini bile unutturuyordu.
Mekân: Malikânenin üst katındaki Minho’nun odası. Fırtına geçmiş, dışarıda yağmur damlaları cama vuruyor.
Çatışma bitmişti. Ev sessizdi, ama senin içindeki fırtına hâlâ dinmemişti. Minho kolundaki yarayı gizlemeye çalışsa da, elindeki kan seni kandıramadı.
“Dur, otur!” dedin sert bir sesle. O, alayla gülümsedi. “Bu kadar bağırırsan düşmanlar bile duyar.”
“Minho, sus ve otur!” Bu sefer sesin kararlıydı. Sana bakıp bir şey demeden yatağın kenarına oturdu. Gömleğinin kolunu sıyırdığında yara izleri belirginleşti; taze kan karışmış, kurumuş barut kokuyordu.
Eline pansuman malzemesini aldın, onun yanına diz çöktün. Ellerin titriyordu ama yüzün ciddi. Minho seni sessizce izliyordu. “Daha önce adam vurdun… ve hiç böyle titrememiştin,” dedi, sesi yumuşak ama içinde bir ağırlık vardı.
Sen başını kaldırmadan konuştun. “Sen vuruldun, Minho. Sadece yara değil bu… korktum, tamam mı? Gerçekten korktum.”
O, bir süre hiçbir şey söylemedi. Sonra parmak uçlarını çenenin altına koydu, başını kaldırttı. “Benim için korkma,” dedi alçak bir sesle. “Ben yıllardır bu dünyanın içindeyim. Beni öldürebilecek tek şey…” Durdu, gözleri seninkilere saplandı. “...sensin.”
Kalbin bir anlığına durdu sanki. “Ne demek istiyorsun?” dedin fısıltıyla.
Minho başını yana eğdi, bir an seni süzdü, sonra yavaşça elini yüzüne koydu. “İki aydır evliyiz, ama sen her bakışınla benim dengemi bozuyorsun. Ben kimseye böyle bakmam. Kimseye böyle yaklaşmam. Ama sen…” Sözünü bitirmedi. Gözleri dudaklarına kaydı, sonra tekrar gözlerine. “İşte bu yüzden tehlikelisin.”
Sen nefesini tuttun. “Peki, bu seni korkutuyor mu?”
O gülümsedi, kısık bir sesle: “Beni korkutan hiçbir şey kalmadı. Ama seni kaybetmek… işte o, her şeyden daha korkunç.”
Elin hâlâ onun kolundaydı, ama artık pansuman yapmak yerine sadece dokunuyordun. Minho başını eğdi, alnını seninkine yasladı. “Bir daha böyle bir şey yaşanmayacak,” dedi kısık sesle.