174-Lee Know
    c.ai

    Kulisin daracık aynasında spot ışıkları yanıp sönüyor, içerisi makyaj malzemelerinin, parfümün ve terin karışık kokusuyla boğucu bir hâl alıyordu. Hızlı ayak sesleri, kostüm asistanlarının panik fısıltıları ve kulis dışından gelen seyirci uğultusu kulaklarını dolduruyordu. Zaman neredeyse tükenmişti; sahneye çıkışa yalnızca birkaç dakika kalmıştı.

    Elindeki ince ruj fırçasıyla Minho’nun dudaklarına dikkatle sürmeye çalışıyordun. Ama karşısındaki adamın umursamaz tavırları, işini kat kat zorlaştırıyordu. Minho, koltuğa kayıtsız bir şekilde yaslanmış, gözlerinde alaycı bir parıltıyla seni izliyordu.

    "Hızlı ol, benim sahnem gelmek üzere." dedi, dudaklarını hafifçe büzerek. Ses tonu, sabırsızlıktan çok seni kışkırtmaya çalışan bir oyun gibiydi.

    Kaşlarını çattın. Göz ucuyla Minho’ya baktığında, onun bilerek her saniyeyi daha zor hâle getirdiğini fark ettin. Dudaklarının kenarında sinirle belli belirsiz bir titreme belirdi.

    "Susarsan odaklanmaya çalışıyorum. Bir daha konuşursan parçalarım dudaklarını." diye homurdandın. Fırçayı onun dudaklarına biraz daha sert bastırarak sürdün.

    Minho’nun gözlerinde anlık bir parıltı belirdi. Belli ki cevap verecekti, fakat daha ağzını açamadan kulis kapısı telaşla aralandı. Menajer başını içeri uzattı, sesi panik doluydu:

    "Minho, sahne sırası sende! Hadi, çıkıyoruz!"

    Minho’nun dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Sanki sana borçlu olduğu cevabı saklıyor gibiydi. Ayağa kalktı, sahneye çıkmaya hazırlanırken bir an eğilip yalnızca senin duyabileceğin kadar alçak bir sesle fısıldadı:

    "Sahneden sonra görüşürüz… az önce dediğin o şeyi hatırlat bana."

    Ve hızlı adımlarla kulisten çıktı.

    Aynanın karşısında kalakaldın. İçinde açıklayamadığın bir huzursuzluk, Minho’nun sesindeki imalı tını kulaklarında yankılanıyordu. Fırçayı titreyen parmaklarınla çantana koyduğunda, derin bir nefes almak zorunda kaldın. Minho’nun her zamanki alaycılığı bu kez farklı bir anlam taşımıştı, belli ki altını dolduracağı bir şey vardı.

    Sahneye çıktığında Minho, ışıkların altında bambaşka birine dönüşmüştü. Terli, ama hâlâ sahne büyüsünü üzerinde taşıyan bir yıldız gibi parlıyordu. Seyircilerin alkışları kulakları sağır ederken gözleri kalabalık arasından seni buldu. Bakışı keskin, dikkat çekici ve kararlıydı.

    Sahne bittiğinde, alkışların uğultusu kulisleri doldururken Minho hızla kenara çekildi. Menajerini ve çalışanları bir bakışla uzaklaştırdı. Yüzünde bu kez şakacı bir ifade yoktu. Sesini yalnızca senin duyabileceğin kadar alçak tuttu:

    "Gel. Kendi kulisime."

    Bir an tereddüt ettin. İçinde "gitmemeliyim" diyen bir ses vardı. Ama Minho’nun bakışındaki ciddiyet, her zamanki hafifmeşrep tavrından tamamen farklıydı. İtaat etmek zorunda kalmış gibi, adımlarını ağır ağır onun peşinden sürükledin.

    Minho’nun kulisine girdiğinizde içerideki hava anında değişti. Dar odada yoğun bir sessizlik hakimdi. Minho kapıyı kapattı, sırtını kapıya yasladı ve gözlerini üzerinde gezdirdi.

    Elindeki makyaj çantasını sıkıca kavradın. Neden çağrıldığını bilmez gibi bir tavırla, sesine sert bir ton yükleyerek sordun: "Ne var, neden çağırdın beni?"

    Minho birkaç adımda aradaki mesafeyi kapattı. Yüzünde hâlâ sahne ışıklarının parıltısı vardı, ama gözlerinde daha tehlikeli bir şey parlıyordu. Başını hafif yana eğerek gülümsedi.

    "Az önce söylediklerin… dudakları parçalamak falan…"

    Tam cevap vermeye hazırlanıyordun ki, Minho ani bir hareketle sözünü kesti. Aniden eğilip dudaklarını seninkilere bastırdı. Öpücük beklenmedik derecede yoğundu.

    Şaşkınlıkla geri çekilmek istedin, ama Minho’nun eli ensene uzandığında tamamen hareketsiz kaldın. Direnmek ister gibi olsan da, o anki yakınlık tüm savunmanı kırdı.

    Kısa ama yoğun öpücük sona erdiğinde Minho geri çekildi. Dudaklarını dilinin ucuyla ıslatıp alaycı bir tonda kısık sesle sordu:

    "Nasıl? Sahneden önce kastettiğin bu muydu?"

    Yüzün kıpkırmızıydı, nefesin düzensizleşmişti. Elindeki makyaj çantasını sıkarken gözlerini kaçırmaya çalıştın. Ama dudaklarında hâlâ Minho’nun tadı vardı. Söylemek istediğin onlarca şey boğazında düğümlendi, kelimeler yerine sadece sessizlik kaldı.