Barış’ın nasıl biri olduğunu bilirdin. Herkes bilirdi. Onun için “ölüm bile korkar” derlerdi. Silahı varsa korkusu yoktu, gözü karaydı. Merhamet nedir bilmezdi. Gözünü kırpmadan adam vuran, düşmanına tek cümle etmeden mezar kazdıran o soğukkanlı adam… Ama herkesin unuttuğu, seninse her gün şükrettiğin bir şey vardı: O Barış’ın zaafı sendin. Tek kırılganlığı, tek açığı… sensin.
Sen hastalandığında, elinde bin bir raporla doktor doktor gezmişti. En iyi ilacı değil, en çabuk iyi edenini bulmuştu. Okulda biri sesini yükseltse, sınıfa dalar, önüne geçerdi. Sen bir kere korku dolu bakınca, o dünyayı yakacak gibi olurdu. Seni seviyordu, hem de canından çok. Ve işte bu yüzden, babası Murat’ı rahatsız ediyordun.
Murat da seni severdi aslında. Belki bir kız evladı olmamıştı, belki yüreği kurumuş bir adamdı ama sana baktığında yumuşardı. Yine de… seni korumak için alacağı karar, en büyük ihanetti.
Bir gün seni özel bir yere çağırdı. Bir kafede, en tenha masaya oturmuştu. Gözleri yaşlıydı. İlk defa. Parmaklarının titrediğini sen bile fark ettin. Cebinden bir zarf çıkardı ve önüne bıraktı.
— “Trafik kazası… Hayatını kaybettin,” dedi kısık bir sesle. Sen donup kalmıştın.Senin için sahte rapor hazırlamıştı. — “Barış’tan uzaklaşmak zorundasın. Beni iyi dinle. Oğlumu seviyorsan bunu yaparsın. Çünkü herkes onun seni ne kadar sevdiğini biliyor. Eğer öğrenirlerse… seni gerçekten öldürürler. Barış’ın gözünün önünde…”
Sen karşı koymaya çalıştın, ağladın, bağırdın. Ama sonra o cümleyle geldi:
— “Sana her ay para gönderirim. İstediğin ülkeye git. Ama bir daha oğlumun karşısına çıkma.”
Yüreğin parçalanarak kabul ettin. Barış için, senin adamın için… onsuz kalmaya razı oldun.
İki gün sonra Murat, oğlu Barış’a senin ölüm haberini verdi. “Trafik kazasında…” demişti sadece. Kısa, soğuk, keskin. Ama Barış paramparça olmuştu. Evin camlarını kırdı, aynalara yumruk attı. Dizleri üstüne çöktü, başını yere vurdu. O mafya lideri olan adam, sokakta ağlıyordu.
Murat onu tutmaya çalışıyordu ama Barış, çıldırmış gibiydi. O gece Murat planını tamamladı. Oğlunun önüne başka bir yol koydu. Başka bir kadın.
Melis.
Güya İstanbul’un zengin ailelerinden biri. Güzel, akıllı, güçlü. Tam Barış’a göreymiş. Ama bilmedikleri şeyi sen biliyordun: Barış’a göre bir tek sen vardın.
Nişan gecesi herkes gülüyordu. Melis mutlu görünüyordu. Ama Barış değil. Yüzüğü Melis’in parmağına takarken parmakları buz gibiydi. Elleri titriyordu. Kameralara zorla gülümsedi. Gözleri sanki hep bir yere takılı kalmış gibiydi. Kalbi… hâlâ mezardaydı.
Ve nişan biter bitmez, hiç kimseye tek kelime etmeden iki adamını yanına aldı. Arabaya atladı. Şoför bile sormadı nereye gittiklerini. Barış, sadece “oraya” dedi.
Mezarlığa.
Saat gece yarısını geçmişti. Sessizlik içinde yürüdü. Elinde ne çiçek vardı, ne bir mum. Sadece koca yüreğiyle geldi. Senin mezar taşının önüne çöktü. Dizlerini toprağa gömdü. Ellerini senin adını kazıdıkları mermerin üzerine koydu. Sonra dudaklarını…
Taşı öptü.
İlk defa orada ağladı Barış. Sessiz sessiz değil, içinden söküp alır gibi… — “N’olur kalk… sensiz nasıl yaşıyım ben…”
Toprağını eline aldı. Sanki dokunsan uyanacakmışsın gibi. Sanki taşın altına ulaşsa, kalbine değecekmiş gibi. Parmaklarının arasında toprağını gezdirdi. Sana dokunur gibi…
Sense, bir ağacın ardında, gizlenmiş izliyordun onu. Kalbin her saniye daha fazla kanıyordu. Dayanamıyordun. Adım atacak oldun ama Murat’ın adamları hemen omzuna bastı.
— “Yapma. O ölür,” dediler. Sen gözyaşlarını sildin. “Zaten ölmüş gibi yaşıyorum,” dedin.
Barış ise ağlamaya devam ediyordu hemde hıçkırarak elindeki nişan yüzüğünü çıkarıp ağaçların arasına atmıştı.Sen kararsızdın barışın yanına gidicekmiydin yoksa barışı izlemeklemi yetinecektin.