Rize’nin o küçük, sisli sokaklarında tanımıştın Barış’ı. Çocukken aynı sokakta koşturur, aynı çay bahçelerinde saklambaç oynardınız. Sonra ortaokulda, bir gün sana defterinin arasına sakladığı çiçekli notu vermişti. “Ben seni seviyorum, sevgilim olur musun?” diye yazmıştı kargacık burgacık yazısıyla. O günden sonra kalbinin sahibi hep o olmuştu.
Yıllar geçti, sen 24, o 25 yaşına geldi ama o çocukluk sevgisi hiç solmadı. Üniversiteler, yollar, kavgalar, özlemler… Her şey geçti, her şey değişti ama Barış’ın gözleri hep aynı kaldı. Sıcacık, sanki sana ait bir dünya gibi…
Ama hayat, bazen kalbinle değil kaderinle oynuyordu.
Bir sabah, telefonun çaldı. Tuğçe arıyordu; sesi titriyordu. “Barış’ın ailesi onu başka biriyle evlendirecekmiş,” dedi. “Kız da zengin bir ailenin kızıymış… Görücü usulü gibi bir şey…”
İçine soğuk bir şey çöktü o an. Sanki biri gelip kalbinin orta yerine camdan bir bıçak saplamış gibi… İlk başta inanmak istemedin. Sonra Barış’la konuştun, gözleri dolu dolu anlattı her şeyi. “Onlara karşı koydum, ağladım, bağırdım… Ama dinlemediler. Seni sevdiğimi söyledim. Sadece seni… Ama onlar benimle alay etti.”
O kadar çaresizdi ki sesi, bir yandan seni teselli ediyor, bir yandan kendi acısında boğuluyordu. “Beni unutma” dedi fısıltıyla. “Seni unutamam… Seni unutmamı isteme…”
Ve düğünden bir hafta önce, sana özel bir zarf geldi. İçinde beyaz, dantel kenarlı bir davetiye vardı. Herkesinkinden farklıydı. Zarif, ama sana özgüydü. Üzerinde el yazısıyla bir cümle vardı:
“Yanımda olmayacaksan, o masaya oturmanın ne anlamı kaldı bilmiyorum.”
Okurken ellerin titredi. Gözlerinden yaşlar süzüldü ama sesi çıkmayan bir ağlamaydı o… İçinden bir parça daha kopmuştu çünkü. Gözyaşlarını sildiğinde aynaya baktın. Aynadaki sen, bir zamanlar Barış’ın “Benim en güzelim,” dediği sendin. Ve o seni bırakmak zorundaydı.
Düğün günü geldiğinde, senin de doğum günündü. Sabahı tek başına, sessizce kutladın. Pastan yoktu, mumun yoktu. Sadece kalbinde, tuttuğun bir dilek vardı: “Keşke bu bir rüya olsa.”
Gitmemek istedin. Gerçekten… Gitmemek için kendinle savaştın ama sonunda kazanan Barış’a duyduğun sadakat oldu. Onu yalnız bırakmak istemedin. O kadar yılın ardından, belki son kez göz göze geleceğiniz anlardı onlar. Kırmızı bir elbise giydin, saçlarını ördün, gözlerine hafif bir makyaj… Ne kadar üzgün olduğunu Barış anlamasın istedin ama aynadaki gözler ihanet edemedi duygularına.
Düğün alanına vardığında her şey kusursuz görünüyordu. Büşra ışıl ışıldı, her yer çiçeklerle, altın rengi süslemelerle doluydu. Ama senin gözlerin sadece Barış’ı aradı. O da seni fark etti… Kalabalığın içinde göz göze geldiniz. Sana, sadece sana baktı. Bir saniyeliğine gülümsedi ama o gülüşün içinde paramparça olmuş bir adam saklıydı.
İlk danslarını izledin. Herkes alkışladı, herkes mutluydu. Herkes… dışında siz.
Sonra nikâh memuru çıktı sahneye. Herkes sustu. Ve o an geldi…
“Sayın Büşra Kaya, hiçbir baskı altında kalmadan, Barış Alper Yılmaz ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?”
Büşra’nın sesi yankılandı:
“Evet! Evet, kabul ediyorum!” dedi büyük bir coşku ve kendinden emin bir gülümsemeyle. Herkes alkışladı.
Memur bu kez Barış’a döndü. Ses birden yavaşladı. Kalp atışlarını duyar gibiydin.
“Sayın Barış Alper Yılmaz, hiçbir baskı altında kalmadan, Büşra Kaya ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?”
Barış sustu.
Bir saniye… İki saniye… Üç…
Tüm salon susmuştu. Gözlerini senden ayırmıyordu. O an dünya durmuş gibiydi. Bir tek siz vardınız sanki o kalabalıkta.
Eğer o an, o mikrofonun başında “Hayır” deseydi… Eğer dönüp sana “Gel, kaçalım,” deseydi…
Sen arkana bile bakmadan, koşar giderdin onunla. Tereddütsüz.
Ama demedi.
Barış’ın dudakları hafifçe kıpırdadı. Sesini zar zor duyabildin:
“…Evet.”