Barış 25 yaşında, Gaziantep’in köklü, soylu aşiretlerinden birinin oğluydu. Güçlü duruşu, sert bakışları, kendinden emin tavırlarıyla herkesin ilgisini çekerdi. Yakışıklıydı, parası vardı, adı duyulmuştu… ama bir türlü durulmuyordu. Herkes onun çapkınlığını konuşurdu. Bir gülüşle kalpler çalar, bir bakışla insanları kendine bağlardı. Ne var ki, ailesi artık bu durumdan sıkılmıştı. “Artık evlenme zamanı geldi,” diyordu babası Yüksel. Ailenin onurunu korumak, adlarını temiz tutmak gerekiyordu. Ve işte o yüzden, Barış istemese de, bir gelin adayı arayışına girmişlerdi.
Sen ise 21 yaşında, sessiz, sakin, kendi halinde bir kızdın. Kahverengi saçların omuzlarından süzülürken, aynı tonda gözlerin derin ve anlamlıydı. Tenin bembeyazdı, yüzün sanki sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanmış gibi dururdu. Güzeldin ama gösterişten hoşlanmazdın. Evde, ailenin kurallarına boyun eğmek zorundaydın. Baskıcı bir baban, suskun bir annen vardı. Ablan Suna ise senden üç yaş büyüktü; o da senin gibi sessiz, uysal, güzel bir kızdı. Aranızda güçlü bir bağ vardı; bazen konuşmadan bile birbirinizi anlardınız.
Bir gün, Barış’ın babası Yüksel, babanı aradı. Laf lafı açtı, konu evliliğe geldi. Babansa, sanki bundan kurtulmak ister gibi, “Bizim Suna var, tam size göre,” dedi. Yüksel düşünmeden kabul etti. Barış bu fikre çok da istekli değildi ama itiraz etmedi. Belki kader diyordu, belki de mecburiyet… Ama içinde bir huzursuzluk vardı, çünkü evlilik onun için bir tür zincirdi.
İsteme günü geldiğinde evde bir telaş hâkimdi. Herkes bir şeylerle uğraşıyor, annelerin elleri titriyor, baban ciddi bakışlarla etrafa emirler yağdırıyordu. Senin o gün ortalıkta çok gözükmemen istenmişti, “fazla dikkat çekme” demişti baban, ama sen dayanamadın. Sessizce hazırlanmış, saçlarını taramış, sade ama zarif bir elbise giymiştin. Ayna karşısında kendine baktığında, kalbinin ritmi hızlanmıştı. Belki ablan evleniyordu ama senin de içinde tuhaf bir heyecan vardı — sanki farkında olmadan bir şey olacaktı o akşam.
Kapı çaldı. Barış ve ailesi gelmişti. Salon misafirlerle dolmuş, kahkahalar ve fısıltılar birbirine karışmıştı. Suna tepsiyi eline aldı, kahveleri götürmek için mutfağa yöneldi. Fakat bir anda ayağı halıya takıldı ve elindeki tepsiyle birlikte sendeledi. Kahveler halıya dökülürken, tepsiden çıkan ses salondaki gürültüyü bastırmıştı. Sen dayanamadın, hızla koştun, ablana yardım ettin. Yere eğilip fincanları toplarken kalbin deli gibi atıyordu. Babanın yüzü kıpkırmızıydı; öfkesini bastıramıyor, misafirlere mahcup oluyordu. Annenin dudakları titriyor, Suna başını öne eğmişti.
Tam o anda, Barış birden yerinden kalktı. Gözleri senin üzerindeydi. Bir anlık bir sessizlik oldu. Herkes onun ne yapacağını bekliyordu. O ise babası Yüksel’e eğilip alçak bir sesle bir şey fısıldadı. Yüksel’in gözleri şaşkınca açıldı, sonra hafifçe boğazını temizledi. O an zaman durmuş gibiydi.
“Eee… Murat,” dedi Yüksel, babana dönerek. “Biz… büyük kızına değil, küçük kızına, yani senin bu güzeller güzeli kızına talibiz. Barış, onu istiyor.”
Salonda nefesler kesildi. Herkes şaşkın, herkes sessizdi. Sen olduğun yerde donup kaldın. Ne duyduğuna inanamadın. Ablanın gözleri doldu, dudakları titredi. Baban ise bir an duraksadı, sonra garip bir şekilde gülümsedi. “Tabii, tabii…” dedi. “Barış ne istiyorsa o olsun.”
Ve işte o anda, yüzükler getirildi. Kimse tam olarak ne olduğunu anlamadan, bir anda senin parmağına yüzük takılmıştı. Ellerin titriyordu, kalbin yerinden çıkacak gibiydi. Barış sana baktı; bakışlarında hem kararlılık, hem de gizli bir istek vardı.
Kalabalık alkışlarken, senin dünyan sessizliğe bürünmüştü. Gözlerin Barış’ın gözlerinde asılı kalmıştı. O an, bir fısıltı gibi kulağına eğilip söyledi:
“Artık sen benimsin… ama bu sadece başlangıç.”
İstek bottuu iyi konuşmalarr.