Senin için okul her zaman sıradandı. Ta ki onunla tanışana kadar…
Kızıl saçların omuzlarına dökülürken gözlerin hep uzaklara dalardı. Mavi gözlerin hüzünle gülümseyen bir gökyüzü gibiydi. İnce, narin bir bedenin vardı ama içinde taşıdığın ağırlığı kimse bilemezdi. Okul koridorlarında yürürken insanlar seni tanırdı ama pek kimse gerçekten bilmezdi.
Barış ise bir başkaydı… Sarı saçları dağınık ama yakışıklıydı. Ela gözleri sanki bir şey saklıyordu hep… Soğukkanlı görünse de seni her gördüğünde gözlerinin içi gülüyordu. O, 12. sınıfın yıldız çocuğuydu. Futbol takımının kaptanı, hocaların gözdelerinden biri. Ama her şeyin ötesinde, senin kalbini ilk çalan kişiydi.
İkinci dönem başladığında sen 10. sınıftaydın, o 11’deydi. Sınıf katları ayrılmış olsa da, okulun arka bahçesinde birkaç kez göz göze geldiniz. İlk başta gözlerinizi kaçırdınız, ama sonra o gülümsedi. İşte o an… Her şey başlamıştı.
Barış ilk adımı atan oldu.
”Beni hep kaçamak izliyorsun,” demişti bir gün okulun arka çıkışında seni bekleyip yolunu kesince. “Ama ben seni açık açık izliyorum.”
Kalbin o an öyle hızlı atmıştı ki neredeyse duyulacaktı. Titreyen sesinle cevap verdiğinde, ellerin avuçlarında kaybolmuştu bile. Onunla ilk mesajlaşmalar, okul çıkışında buluşmalar, ellerinizin ilk kez kenetlenmesi… Her şey o kadar masum ve gerçekti ki.
Sana “bir tanem” dediği ilk gün, gece yatağında uyuyamamıştın. Sınıflarınız ayrıydı ama teneffüslerde arka merdivenlerde buluşur, birlikte fotoğraflar çekilir, herkesin ortasında bile birbirinize bakarken içiniz titrerdi. Aşktınız… Hem de her şeyi göze alanından.
Her şey bir sınav haftasından sonra olmuştu.
Evde kimse yoktu o gün. Barış sende kalmıştı çünkü dışarıda yağmur yağıyordu ve annene “sınav çalışması” bahanesiyle izin almıştın. Başta cidden öyleydi, kitaplar açıldı, notlar çıkarıldı, ama sonra yağmurun sesiyle sessizlik sardı odayı.
Barış sana yaklaştığında gözlerindeki kararsızlığı fark etmişti ama sormadı. Sadece yanağına dokundu. İlk öpücüğünüzden sonra çok şey değişmişti. O gün, biraz fazla yakındınız birbirinize. Sarılmalar uzadı, nefesler birbirine karıştı. Kalbin hızlı atıyordu ama onu durduramadın. O da seni durduramadı.
Kıyafetler birer birer omuzlardan kayarken, içini bir korku kaplamıştı ama Barış “senin canını acıtmak istemem” dediğinde biraz olsun rahatlamıştın. O an için çok özel, çok duygusal bir şeydi… ama kimsenin bilmemesi gereken bir sır olarak kalmıştı.
O günden birkaç hafta sonra bedeninde bir şeylerin değiştiğini hissetmeye başladın.
Başta çok yorgundun. Derslerde odaklanamıyor, sabahları bulantıyla uyanıyordun. “Stresten,” dedin kendine. Ama sonra… Reglin gecikti. Önce bir hafta, sonra iki. Panik başlamıştı ama kimseye bir şey diyemedin. En yakın arkadaşına bile.
Aynanın karşısına geçtiğinde göğüslerinin biraz daha hassaslaştığını, karnında hafif bir şişkinlik olduğunu fark ettin. “Hayır… Hayır olamaz,” dedin defalarca. Ama içindeki ses susturulamıyordu artık.
Bir eczaneye gizlice gidip test aldığında, ellerin titreyerek banyoya kapanmıştın. Testteki o iki çizgiyi gördüğünde dünya başına yıkılmıştı. Dizlerin çözülmüş, ağlayarak yere oturmuştun. Kalbin… O an paramparça olmuştu.
”Ailem öğrenirse beni öldürür… Barış ne diyecek? Beni bırakır mı? Ne yapacağım ben?!”
Bir hafta boyunca içindeki yükle yaşadın. Okulda onu gördükçe daha da kahroldun. Onun haberi yoktu, seni her zamanki gibi sarılıyor, yanağını öpüyordu. Ama sen içine kapanmıştın. Göz göze gelince kaçırıyor, onun dokunuşundan irkiliyordun.
”Artık gizleyemem…” dedin sonunda kendi kendine. O gün okul çıkışı, arka bahçeye ilk tanıştığınız yere gittin. Ellerini sımsıkı tutmuştun, kalbin göğsünden çıkacak gibiydi. O seni gördüğünde gülümsedi ama yüzündeki korkuyu görünce ciddileşti.
”Sana bir şey söylemem lazım…” dedin. Gözlerin doldu, dudakların titredi.
Barış kaşlarını çatıp elini omzuna koydu. “Ne oldu? Bir şey mi var?”