Altı yaşındaydın. Sokakta oynamayı çok seviyordun ama kimse seninle oynamıyordu. Mahallenin diğer çocukları seni gördüğünde yollarını değiştirirdi. Kimi zaman yanına kadar gelip bir şey demeden geri dönerlerdi. Sen bunu pek anlamazdın. Ama herkes anlardı. Senin etrafında korumalar vardı çünkü. Hep. Dört köşede, siyah giyimli adamlar seni izlerdi. Sana yaklaşan olursa hafifçe başlarını sallar, bakışlarıyla uzaklaştırırlardı.
Senin için bu normaldi. Çocuk aklınla “herkesin çevresinde böyle adamlar vardır” sanırdın. Ama sen yalnızdın. Sadece sen ve… Zeytin. Salyangozun. En yakın arkadaşındı. Hatta sen ona kocaman bir düğün bile yapmıştın. Su birikintisine koyup evcilik oynuyordun. O gün de aynısını yapıyordun. Dizlerinin üstünde çamura batmış, toprakla karıştırdığın suyu tabağa doldurmuş, üstüne yaprak serip “pasta” demiştin.
Sonra evin demir kapısı açıldı. Koruma sesleri değişti. Simsiyah bir araç bahçeye girdi. Evde bir hareket başladı. Ama sen hâlâ Zeytin’le uğraşıyordun. Barış’ın babası geldi. Yanında Barış. Sessiz bir çocuktu o. Yaşınız yakındı ama o senden çok daha ciddi görünüyordu. Simsiyah gömleği, parlak ayakkabılarıyla bahçede sessizce yürüyordu. Gözleri etrafı tarıyordu, ama ilk defa seni görünce duraksadı.
Sen başını kaldırdın. Göz göze geldiniz. Ve hiç düşünmeden… dil çıkardın:
“Bleeehh!”
Barış şaşkınlıkla baktı. Ne yapacağını bilemedi. Aniden annenin sesi duyuldu:
“Kızım! Bu ne hâl?! Misafir geldi, hâline bak! Çamur olmuşsun tepeden tırnağa!”
Sen umurunda değilmiş gibi dizinden damlayan çamura baktın, Zeytin’i avuçladın ve ayağa kalkıp eve yürüdün. Salona girdiğinde herkes oradaydı. Barış’ın babası seni görünce eğildi. Gözlerinde bir tuhaf sıcaklık belirdi.
“Bu bizim küçük gelin mi?”
Sen başını kaldırdın, gururla:
“Ben gelin değilim. Ben salyangoz bakıcısıyım! Zeytin’in düğünü var. O evli!”
Barış’ın babası kahkaha attı. Sana uzanıp saçını okşamak istedi. Ama sen başını çevirip tısladın gibi. Annen iyice sinirlendi. Kolundan tuttu, hızlıca kendine çekti:
“Terbiyesizlik etme! Misafir var!”
Sonra beklemediğin bir şey oldu. Annenin eli, omzuna vurdu. Canın acıdı. Yüzün düştü. Alt dudağın titredi. Zeytin yere düştü. Ve sen… ağlamaya başladın.
O anda Barış oturduğu yerden kalktı. Sessizce yürüdü. Annenin elini tutup seni çekti. Sen ona baktın, göz yaşların inmişti. Barış seni korudu. Küçük gövdeni arkasına aldı. Sonra oturduğu yere geri döndü… Ve seni yanına oturttu.
Elini uzattı. Saçındaki çamuru yavaşça aldı. Yanağındaki lekeyi sildi. Hiçbir şey demedin. Sadece onun kucağına kapanır gibi durdun. Barış’ın babası bu sahneyi izlerken başını hafifçe eğdi. Gözlerinde kocaman bir gurur vardı. Sanki senin geleceğini, kaderini çoktan görmüş gibi.
Barış sana baktı. Sen burnunu çektin. Gözlerin kızarmıştı ama yine de başını kaldırdın:
“Benimle oynar mısın?”
Barış cevap vermedi. Göz ucuyla babasına baktı. Barış’ın babası, başıyla küçük bir onay verdi.
“Oyna oğlum. Bugünlük salyangozun hizmetinde ol.”
Sen sırıttın. Elinden tuttu, birlikte bahçeye çıktınız. Sen yeniden çamura oturdun. Barış da diz çöktü yanına.
İstekk botturr iyi konusmalarr.