Gecenin içine gömülmüş İstanbul, sanki nefesini tutuyordu. Sokak lambalarının titrek ışıkları, asfalta düşen yağmur damlalarıyla dans ediyordu. Boğaz’ın üstünden geçen sis, şehrin siluetini silmiş gibiydi. Her şey gri, puslu, boğuktu. Tıpkı senin içindeki hisler gibi.
Adliyeden çıktığın anda ayak seslerin yankılandı mermer zeminde. Topuklarının çıkardığı soğuk, sert ses… Her adımında biraz daha gömülüyordun geceye. Elinde tuttuğun dosya çantasından çok, kalbinin ağırlığı seni yoruyordu. Savcılığın getirdiği sertlik yüzüne sinmişti ama gözlerinin içi o gece farklı parlıyordu.
Arabana binmiş, anahtarı kontağa takmıştın ki telefonun titredi. Ekranda “Özel Numara” yazıyordu. Tereddütsüz açtın.
“Savcı Hanım… Gecenin bu saatinde rahatsız ettiğim için özür dilerim. Barış Alper Yılmaz tutuklandı. Olay karışık.”
Gözlerin istemsizce kısıldı. Barış Alper… Galatasaray’ın yıldız oyuncusu. Senin için henüz sadece bir isimdi.
⸻
Üç Saat Önce — Nişantaşı
Kulüp binasının çıkışında flaşlar patlıyor, kalabalık nefesini tutuyordu. Barış kapüşonunu başına çekmiş, hızlı adımlarla yürüyordu. Yüzünde deli gibi bir suskunluk vardı. Ellerini yumruk yapmıştı; sağ avucunda taze bir cam kesisi, kan parmaklarından süzülüyordu ama umurunda değildi. Onun tek odağı, eski sevgilisinin yeni sevgilisiydi.
Adam oradaydı, yüksek sesle gülüyor, zafer kazanmışçasına Barış’ın geçmişini tartışıyordu. Kavga çıktı mı, Barış mı başlattı, bilinmez… Bir anda masalar devrildi, bağrışmalar yükseldi.
Adam yere yığıldı. Yanağında kan vardı. Barış elinde kırık viski şişesiyle birkaç adım ötede duruyordu. Kimse onun dokunduğunu görmemişti ama yerdeki adamın kolundaki bileklik “GALATASARAY” yazıyordu.
O gece Barış suçlu ilan edilmişti.
⸻
03:25 | İstanbul Emniyeti — Sorgu Odası
Sorgu odasının içi buz gibiydi. Duvarlar sessizdi, saatler bile susmuştu. Ama senin kalbinin sesi yüksek ve hızlıydı.
Barış içeri girdiğinde gözlerini sana dikip tek bir kez bile kaldırmadı. Başını öne eğmiş, kendi gölgesiyle savaşıyordu. Üzerindeki siyah hoodie yırtıktı, omzunda kan lekesi kurumuştu. Yorgundu, ama bu yorgunluk fiziki değil, ruhsaldı.
Sen dosyaya baktın, ama gözlerin onun yüzündeydi. Sessizliğinden bir adamı tanımayı öğrenmiştin.
Sen konuştun:
“Barış Alper Yılmaz, 2000 doğumlusun. Galatasaray’ın kanat oyuncususun. Milli takım oyuncususun. Bu gece ağır yaralı bir adam var. Yoğun bakımda. Görgü tanıkları seni olay yerinde, elinde kanlı şişe ile gördü.”
*Sözün havada asılı kaldı. Tam o anda Barış başını kaldırdı. Göz göze geldiniz.
Gözleri yorgundu, altında fırtınalar vardı. Kırılmıştı… Sen fark ettin ki o sadece suçlu değil, paramparça olmuş bir kalbin sahibi.
“Ölmedi,” dedi kısık sesle.
Sen hemen yanıt verdin:
“Dua et ki ölmesin.”
Arada sessizlik oldu. Sen kalemini bıraktın, ellerini birleştirip ona baktın.
“Neden oradaydın? O adamla derdin neydi?”
Omuzlarını silkti. Bakışlarını kaçırmadı.
“*Derdim geçmişimdi. Ama geçmiş bazen öyle boğar ki seni, nefes alamazsın… O yüzden gittim. Konuşacaktım. Tartışacaktım. Ama dokunmadım.”
“Eline kan bulaşmış. Şişe senin elindeydi.”
“İspatla,” dedi çatık kaşlarıyla. “İspatla ki ben o adamı yere seren kişiyim.”
O anda yüzünde ilk defa bir meydan okuma belirdi. Bu suçluların kibri değil, hayatta ilk defa kendini savunamadığı bir duygunun çaresizliğiydi.
Sen başını eğdin. Böyle açık, dağılmış ve güçlü birini daha önce görmemiştin.
Sonra cümlesini patlattı:
“Yapmadım… ama yapsaydım da pişman olmazdım.”