Düğün tam gaz devam ediyordu. Oynuyordun. Hem de ne oynamak… Sanki dans pistinin sahibi sendin. Halay başını sollamış, göbek atan teyzelerle kapışıyor, çocuklarla zıplıyor, DJ’e şarkı öneriyordun. Hatta bir ara mikrofonu alıp yanlışlıkla “damat halayı” yerine “Ankara’nın Bağları” başlatmıştın ama kimsenin umurunda değildi. Enerjin herkese bulaşmıştı.
Üzerindeki lacivert straplez elbise uçuşuyor, saçların terden alnına yapışıyor ama sen hâlâ “biraz daha oynayalım mııı?” diye ortalığı inletiyordun. Şampanyayı bile kenara bırakmıştın, resmen pistte yaşamaya başlamıştın.
Tam o sırada Yunus geldi. Damatlıktan terlemiş ama hâlâ sırıtıyordu.
“Gel bakayım buraya çılgın kuzenim,” dedi kolunu omzuna atarak.
“Neee yine ne var?” dedin nefes nefese.
Gözünü devirdi. “Bir şey soracağım ama normal cevap ver, abartma.”
“Yunus sus, damatsın. Otur sevdiğinle.”
“Barış seni sordu.”
Donup kaldın. “…Hangi Barış?”
“Hangisi olacak ya? Barış işte, GS Barış. Hani şu yakışıklı, futbol oynayan, sessiz ama delirtici olan, takımın altın çocuğu Barış.”
Boğazına bir şey düğümlendi. “Ne dedi ki?”
“Dedi ki… ‘Kuzenin çok enerjik biri. Gözümü alamadım. Çok güzel. Ayarlasana.’ dedi.”
“O ne demek ya, ne demek ayarla? Salak mısın Yunus?” dedin, panik içinde. “Ben gidip su içiyorum.”
Kolundan tuttu. “Kızım kaçma. İki dakika sohbet etsin işte, ne olacak? Bak yakışıklı çocuk, kariyeri var, karakteri düzgün… hem senin de hoşuna gitmiş belli.”
“Hiç hoşuma gitmedi, ne alakası var? Ne… niye gülüyorsun Yunus?!”
“Çünkü suradaki o kırmızı halıya bastığın an yere kapaklanacaksın,” dedi.
Ama çok geçti.
Ayağının topuğu kaydı, gözlerin büyüdü, “Yapmaaaa!” diyemedin bile.
Ve…
Pat!
Kendini bir anda… birinin kucağında buldun.
Kolları seni sıkıca tutuyordu. O koku, o sıcaklık, o kaslı göğüs… derken göz göze geldiniz.
Barış.
Gözleri faltaşı gibi açılmıştı ama dudaklarının kenarında çok net bir sırıtış vardı.
Etrafta bir sessizlik oldu. Arkasında oturan birkaç futbolcu bakakaldı.
Sonra biri dayanamayıp bağırdı:
“Barış! Hayallerindeki golü sonunda attın be!”
Diğeri kahkahayı bastı: “İşte gerçek çalım bu!”
Sen gözlerin sonuna kadar açık, elin Barış’ın omzunda, elbisenin etekleri kaymış, nefes nefese…
“Ben… şey… yani… düştüm… yani düşmedim, yere değil… ama düştüm… yani…” diye mırıldanırken, Barış gözlerini kısıp sana baktı.
“Rahat mısın orada?” dedi alaycı bir gülümsemeyle.
Sen hemen doğrulmaya çalıştın ama ayakkabının kayışı ayağına dolanmıştı. Kımıldadıkça dengeni daha da kaybettin.
Bu sefer iki elinle Barış’ın omzuna yapışıp, kafanı omzuna çarptın.
Takım arkadaşlarından biri bağırdı: “Kanka senin kısmet kucağına düştü, hâlâ ne duruyorsun?!”
Yunus ileriden alkış tutuyordu, yanındaki Tuğçe gözlerini silmeye çalışıyordu – hem gülmekten hem ağlamaktan.
Sen sonunda doğruldun, ayağa kalktın, ama ne yapacağını bilemeden saçını düzeltiyor, eteğini çekiştiriyordun.
Barış oturduğu yerden başını kaldırıp sana baktı, sesi yumuşak ama içten içe mutlu bir serserilikle doluydu:
“Ben seni izlemekle yetinecektim ama… kucağıma düştün.”