Hayat seni küçük yaşta büyütmüştü. Daha yirmi yaşındaydın ama bir ömür yaşamış gibiydin. Ailenden geriye sadece hasta kardeşin Duru kalmıştı; beş yaşında, cılız, kanı eksik bir çocuk… Beta talasemi majör teşhisi konmuştu ona. Düzenli olarak kan alması gerekiyordu, yoksa… yoksa o minik gözlerini bir sabah bir daha hiç açamayacaktı.
Ve sen elinden gelenin fazlasını yapıyordun. Hem okuyup hem çalışıyordun. Sabahın köründe kafede işe gidiyor, akşamları ders çalışıyor, Duru’yu hastaneye taşıyor, ilaçlarını alıyordun. Ama ne yaparsan yap, para yetmiyordu. Ne kira, ne faturalar, ne hastane masrafları… Her biri omzuna tuğla gibi çökerken sen hâlâ ayakta durmaya çalışıyordun.
Sonunda, çıkışsızlıktan bir yol icat ettin kendine. Kaçak bir plan… Tefecilerden borç alıp, kardeşinle birlikte başka bir şehre kaçmak. Yeni bir hayat kurmak. Duru’yu yaşatmak. Huzurlu, küçük bir ev. Temiz bir sokak. Ve artık korkmadan uyuyacağın geceler…
Parayı aldın. Kalbin yerinden çıkacak gibiydi ama yapmalıydın. Birkaç gün sessizce taksitlerini ödedin, valizleri hazırladın. Duru’ya “tatile gidiyoruz” dedin. O da heyecanla oyuncaklarını dizdi çantasına, “Abla deniz var mı?” diye sorduğunda yutkundun, boğazına bir şey düğümlendi. “Var,” dedin. “Hem de en mavisinden…”
O geceyi hiç unutamayacaksın.
Mutfakta, Duru’yu sandalyesine oturtmuş, ona sevdiği mercimek çorbasını içiriyordun. Ufak tefek öksürüyordu ama yüzünde gülümseme vardı. “Seninle tatil yapacağım diye çok mutluyum,” demişti. O an her şeyin buna değdiğini düşündün.
Sonra…
Kapı. Çat diye açıldı. Üç adam, simsiyah kıyafetleriyle içeri daldı. Gözleri keskin, ifadeleri buz gibiydi. Duru çığlık attı. Sen ayağa kalkamadan biri saçından tutup yere yapıştırdı seni. Diğeri cebinden bir kablo çıkardı. Korkudan hareket edemiyordun. Nefesin kesilmişti. Kalbin göğsünü delip çıkacak gibiydi.
“^Direnirsen, çocuğunu burada canlı bırakmayız,” dedi biri. Boğazın kurudu, konuşamadın. Sadece Duru’nun ağladığını duydun. “Abla! Ablam n’olur gitme!”*
Tam o an… evin giriş kapısında bir gölge belirdi. Ayakta, karanlığın içinden yavaşça adım attı. O’ydu. Barış.
Simsiyah bir kaban giymişti. Elleri ceplerindeydi. Gözleri… seni bir bıçak gibi kesiyordu. Ama yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Gülümsemeye benzeyen, alayla yoğrulmuş soğuk bir şey.
“Eğlenceli sahneye denk geldim,” dedi yavaşça. Ses tonu iğne gibi battı kulaklarına. “Ne yapıyoruz burada? Çocuk mu korkutuyorsunuz?”
Adamlar bir anda çekildiler. Saçını tutan eli artık hissetmiyordun. Başını kaldırdığında Barış tam karşında duruyordu.
Sana doğru eğildi. Yüzünü inceledi uzun uzun. Gözlerini kaçırmak istedin ama bakışları mıhlamıştı seni yere.
“Sen gerçekten… kiminle oynadığını unuttun, değil mi?” Sesinde iğneleyici bir alay vardı. “Yani… sen beni kandırabileceğini mi sandın?” Bir adım daha yaklaştı. “Parayı alıp, küçük kardeşini koluna takıp… çekip gidecektin öyle mi? Hıh.”
Sesi yükselmedi ama tehdit her harfinde vardı. “Sen… beni bayağı aptal sandın.”
Korkudan dizlerin titriyordu. Ama Duru hâlâ ağlıyordu. Sürünerek yanına gittin. Onu kucağına aldın, battaniyeye sardın. Dudakların titriyerek, sessizce özür mırıldanıyordu. Ama Barış, sana hiç acımadan eğildi tekrar.
“Beni sırtımdan bıçaklamaya kalktın… Bunu yapanların neler yaşadığını bilsen, şu an bu odada hâlâ ayakta olamazdın,” dedi.
Tam o an sol cebinden telefonunu çıkardı. Bir numarayı aradı, kısa bir emir verdi: “Temizleyin.”
Kimin için ne dediğini bilmiyordun ama içini bir titreme aldı. Duru’yu daha da sıkı sardın.
Sonra sana döndü. Sakin, ölçülü bir tonda konuştu.
“Şimdi benimle geleceksin.” Gözünü kırpmadan baktı sana. “Merak etme… sizi öldürmeyeceğim.”