Ev sıcacıktı o akşam.
Koltukta sen vardın, saçların dağınık ama güzelliğin her zamanki gibi içten… Üzerinde bol bir tişört, dizlerinin üstünde yumuşacık bir battaniye… Barış hemen yanında, bacaklarını uzatmış, gri eşofmanıyla, bir elinde çay bardağı, diğer elinde televizyon kumandası…
Alp ise halının üzerinde. Mavi beyaz pijamaları içinde, koca oyuncak sepetinin başında bir şeyleri karıştırıyor. Arada bir peluş aslanı havaya atıyor, kendi dilinde bir şeyler geveliyor. Henüz tam konuşamıyor ama çabalıyor, kelimeleri arıyor. O bebek sesiyle söylediği her şey sana da Barış’a da şiir gibi geliyor.
Barış gülümsüyor:
Barış: -“Ben bu çocuğa bakmaya doyamıyorum ya. Sanki gerçek değil…”
Sen gülerek kafanı onun omzuna yaslıyorsun:
— “Hâlâ inanamıyorsun değil mi? Babasın artık Barış.”
Barış: -“Baba falan değilim ben ya. Bu hâliyle bile senden daha çok sana benziyor.”
— “Ama Alp sana deli gibi düşkün. Ne zaman seni görse kıkırdıyor…”
Tam o sırada televizyonda bir film başlıyor. Sessiz, romantik bir sahne. Dışarıda rüzgar var, perdeler yavaşça sallanıyor. Barış kumandayı yavaşça bırakıyor, çayından bir yudum alıyor ve kolunu senin omzuna atıyor. İkiniz de anın tadını çıkarıyorsunuz.
Alp hâlâ yerde. Peluş tavşan elinde, onu ayağa kaldırmaya çalışıyor ama yine düşürüyor. Birden… Minik bir duraksama oluyor. Alp ellerini önüne koyuyor. Sanki bir şey arıyormuş gibi etrafa bakıyor. Ve…
”Baba…”
Ses çok netti. Ne mırıldanma, ne tesadüfi bir ses. Net. Temiz. Gerçek.
”Baba.”
Sen bir an donup kalıyorsun. Barış’ın vücudu ise refleksle ileri fırlıyor. Gözleri açılıyor, sanki sahada gol atmış gibi değil… Hayır, bu bambaşka bir tepki.
Gözleri yaşarıyor anında. Ağzı açık kalmış, elleri titriyor:
Barış: -“Ne? Ne dedin sen?!”
Alp tekrar aynı kelimeyi söylüyor. ”Baba!”
Ve sonra gülüyor.
Barış yerinden fırlıyor, dizlerinin üstünde halıya çöküyor. Alp’in yanına gidiyor, onu kucağına alıyor, minik ellerini öpüyor.
Barış: -“Duydun mu?! Duydun mu aşkım?! Baba dedi! BABA dedi oğlum! Duydun mu?!”