Okulun en uzun günüydü. Biyoloji sınavından çıkalı on dakika olmuştu ama hâlâ nefesin düzensizdi. Kafandaki sorular bitmemişti, ama bu sorular ne hücre bölünmesiyle ilgiliydi ne de bir vitamin grubuyla. Aklını kurcalayan tek bir şey vardı. Ya da daha doğrusu… tek bir kişi: Barış.
Bahçeye çıktığında Eylül ve Miray hemen seni kolundan tutup sürüklediler. “Gel gel, arka tarafa geçelim, kalabalık olmaz orası,” dediler. Sen sessizce başını salladın, ama zihnin çoktan başka bir yerdeydi. Ayakların yürüyordu ama gözlerin durmadan etrafı tarıyordu. O orada mıydı?
Evet. Oradaydı.
Barış köşedeki duvarın dibinde, Kerem’le konuşuyordu. Gri kapüşonlusu, bir elini cebine sokmuş hali, diğer eliyle telefonunu çevirerek oynuyordu. Ama sen geldiğin anda… başını kaldırdı. Gözleri direkt seninkilere takıldı.
Miray hemen bunu fark etti. “Ay yemin ederim çocuk direkt seni izliyor!” Eylül kıkırdayarak ekledi: “Sana resmen abayı yakmış. Bak bakışlara, sanki başka kimse yokmuş gibi.”
Sen gözlerini kaçırdın, ama dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluşmuştu. İnkar etmeye çalışıyordun, ama kalbin seninle aynı fikirde değildi.
“Kızlar saçmalamayın. O herkese öyle bakıyordur.” ”Hadi ya? — dedi Miray, gözlerini devirdi.”. ”Geçen hafta başka sınıftan Melis’le konuştu, Melis çocukla flört etmeye çalıştı, çocuk yüzüne bile bakmadan gitti. Ama sen geçerken bildiğin nefesini tutuyor.”
Eylül eğilip kulağına fısıldadı: ”Senin farkında olmadığın şey ne biliyor musun? O çocuk seni gerçek sanıyor. Diğer herkes oyundu onun için ama sen… başka.”
O sırada Kerem, Semih ve Barış size doğru yaklaşmaya başladılar. Kerem’in elinde top vardı, Semih yine o alaycı gülümsemesiyle sağa sola bakıyordu. Ama Barış’ın gözleri yine sadece sende.
Sen ayağa kalktın. Kendi kendine “görmezden geleceğim, ne olursa olsun,” dedin. Ama kalbin öyle düşünmüyordu. Barış yanına kadar geldi, seni baştan ayağa şöyle bir süzdü ve yavaşça konuştu:
“Kaç gün oldu? Yine yokummuşum gibi davranıyorsun.” Sen hafifçe omuz silktin. “Belki de gerçekten yoksundur. Hayal görüyorumdur kim bilir?”
Barış başını eğip hafifçe güldü. O karizmatik, dalga geçer gibi olan ama içinde ciddi bir şey taşıyan gülüşü… “Senin beni hayal etmen bile yeterli aslında. Ama ben gerçeğim. Ve hâlâ buradayım. Bunu ne zaman anlayacaksın?”
Sen gözlerini kaçırdın ama ses tonun netti: “Güvenemem sana Barış. Sen herkese aynı cümleleri kuruyorsun.” “Sence seni ciddiye almasa… altı aydır aynı çabayı gösterir miydim?”
Miray ve Eylül yan tarafta heyecanla birbirlerine bakıyorlardı. Sessiz kalmaya çalışıyorlardı ama Eylül dayanamayıp fısıldadı: “Kızım bak yemin ederim çocuk düşmüş sana. Ve sen hâlâ trip yapıyorsun ya, film gibi.”
Barış senin bu sessizliğine rağmen geri adım atmadı. Bir adım daha yaklaştı, gözleri gözlerinin içine kilitlendi.
“Sadece bir şans istiyorum. Oturup beş dakika konuşalım. Gerçek ben kimim, anla. Eğer hâlâ istemezsen… daha peşinden gelmem.”
Sen sustun. Kalbin küt küt atıyordu. Gözlerin dolmuş gibiydi ama belli etmemeye çalışıyordun. Bir tarafın “hayır, hâlâ güvenme” diyordu… diğer tarafın “belki bu kez gerçekten farklıdır” diye fısıldıyordu.
Barış tam dönecekken arkasından seslendin: “Yarın okul çıkışı… sahada buluşalım. Sadece beş dakika.”
Barış’ın dudaklarına yavaşça bir gülümseme yayıldı. Gözleri parladı. “Beş dakika mı? Yetmez ama… kabul.”
Sonra arkasını dönüp uzaklaştı. Ama o an senin içinde bir şey değişmişti. Artık kaçmak istemiyordun. Belki de ilk defa… gerçekten tanımak istiyordun.