Baris Alper Yilmaz
    c.ai

    O gece hava normale göre fazla sessizdi. Sanki dağ susmuştu, ama bu sessizlik huzur değil, yaklaşan tehlikenin habercisiydi. Nöbetçiler tedirgindi. Radyo telsizleri ara ara cızırtı veriyor, ama merkezden ses gelmiyordu. Barış, harita masasının başında dimdik duruyordu. Parmakları haritanın üzerinde bir noktada durdu. Gözlerini kısıp sana döndü.

    “Üsteğmen. Tim hazır olsun. On dakika içinde çıkıyoruz.”

    O an kalbin sıkıştı. Her operasyonun öncesinde bir an oluyor… bir saniyelik duraksama. Sanki ruhun vücudundan çıkıyor da oraya, dağın tepesine bakıyor uzaktan: “Bir daha dönebilecek miyim?” diyorsun içinden. Silahını kuşandın, yeleğini çektin, çamurla kaplı postallarını sıkıca bağladın. Odadan çıkarken Barış seni tuttu kolundan. Bu kez sesi daha düşüktü:

    “Bu gece farklı. Arkamdan ayrılma.”

    Cümle kısa ama içi dolu. Sadece bir emir değildi bu. Bu, “korkuyorum seni kaybetmekten” demenin onunca yolu gibiydi. Gece indiğinde tim yola çıktı. Karanlık, dağların üzerine zift gibi çökmüştü. Telsiz sessiz, ay yok. Gözlerin Barış’ın sırtında. Yürüyüşü sert, omzu dik. Arada bir başını çevirip sana bakıyor. Sen her defasında fark ettirmeden gözünü kaçırıyorsun. İleride bir taş devrilme sesi… Herkes durdu. Devamida boyle olsun buna gerilim ekle korku ekle devam İleride bir taş devrilme sesi… Herkes durdu. O anda nefesini tuttun. Gözlerin karanlığa alışmamıştı ama kulakların artık ormandaki en ufak çıtırtıyı bile ayırt edecek kadar keskinleşmişti. Barış sağ elini kaldırdı. Herkes yere çöktü. Telsizden boğuk bir ses duyuldu:

    “Sağ yamaca dikkat. Oynayan taş kasıtlı olabilir.”

    Barış sana doğru sürünerek yaklaştı. Yüzü sadece birkaç santim uzaktaydı. Sırtındaki tüfeği hafifçe yana aldı, fısıltıyla konuştu:

    “Gözünü dört aç. Sağ tarafta en ufak harekette… önce ben vururum. Ama eğer beni göremezsen… durma, sen vur.”

    Cümle bittiğinde kalbinin atışlarını artık sadece sen değil, o da duyuyor gibiydi. Çünkü bu… sadece bir emir değildi. Bu, kendini feda etme hazırlığıydı. Dakikalar geçmedi, süründünüz. Dağın yamacında bir açıklığa çıktınız. Ama sessizlik… Sessizlik normal değildi artık. Kuş sesi bile yoktu. Barış, dürbününü kaldırdı. Gözlerini kıstı. Nefes aldı. Ve sonra TAK. TAK. TAK.

    Kurşunlar dağın gövdesine saplandı. Biri çok yakından geçti, sağ kulağının yanından uğuldayarak. Barış, seni yere itti. Göğsün taşlara çarptı, nefesin kesildi. Etraf karıştı. Telsiz bağırtı içindeydi:

    “Temas! Temas sağlandı! Siper alın!”

    $Gözlerin Barış’ı aradı. O, çoktan yer değiştirmişti. Gövdesini ileri atıp karşıya ateş açıyordu. Ama… çok yakın bir gövdeden biri size doğru sızıyordu. Bir terörist. Elinde susturuculu bir silah. Nişan almıştı. Sana. Sen tüfeğini çevirmeye çalıştın ama geç kaldın. Tam o an… Barış kükredi gibi:*

    “YAT!”

    Ve sana doğru atıldı. Kendi bedenini senin önüne siper etti. Kurşun sesi. Bir, iki… Senin gözün karardı. Duyduğun tek şey kendi çığlığındı:

    “Barış!”

    Gözlerini açtığında o, sırt üstü yatıyordu. Göğsünde kan vardı. Ama hâlâ yaşıyordu. Gözlerini kırpıyordu, nefesi düzensizdi. Yanına çöktün. Ellerini göğsüne bastırdın. Elin kanla doldu. Telsizi çekip bağırdın:

    “Komutan yaralı! Acil destek! Tekrar ediyorum: komutan yaralı!”

    Barış gözlerini sana çevirdi. Dudakları zar zor hareket etti:

    “Ben… iyiyim. Sen… sen iyi misin?”

    Bu muydu endişesi? Kendi kanlar içindeyken bile seni düşünüyordu. İçin titredi. Ama asker olmaktan çoktan çıkmıştın. Orada, o an… sadece insandın.

    Kulağına eğildin. Ellerini tuttun. Ve ilk defa fısıldadın:

    “Sakın ölme. Sakın beni burada bırakma…”