Ev mükemmeldi. Sen mükemmeldin. Yaşadığın hayat, insanlar için sadece bir rüyaydı. İncecik belin, kıvrımlı vücudun, dolgun kalçaların ve dikkat çeken iri göğüslerinle sadece fiziksel güzelliğin değil, duruşunla da büyülüyordun. Mavi gözlerin bir çift lanetti adeta… Kumral saçların omzundan döküldükçe ekranda izlenme rekorları kırıyordun. Instagram’da iki milyon kişi senin ne giydiğine, ne içtiğine, nerede güldüğüne bakıyordu. Ama gerçek seni kimse bilmiyordu. Ailen seni seviyordu. Hatta biraz fazla. Üç abin, bir ablan, bir de küçük erkek kardeşin vardı ama annenle baban gözlerinin içine bakardı. Ama seni koruduklarını sanmaları… işte en büyük yanılgıydı. Çünkü seni korumaları gereken tehlike, çoktan kapının öbür tarafındaydı.
O gün arkadaşlarınla dışarıdaydın. Selfie, kahve, kahkaha… ama içinde bir ağırlık vardı. Sanki bir şey olacak gibiydi. Eve dönerken sessizlik tırnaklarının arasına girdi. Bahçede koruma yoktu. Kapı açıktı. Bir adım attın… ev boş gibiydi. “Anne?” Cevap yok. “Baba?” Sessizlik. Ayakların seni salona çektiğinde… nefesin durdu.
Herkes oradaydı. Koltuklara, sandalyelere, yere bağlanmıştı. Gözleri faltaşı gibi açıktı. Ağızları bantlıydı. Annen. Baban. Abilerin. Ablan. Kardeşin. Yeğenin. Hatta hizmetçiniz bile. Ve korumalar… hepsi yerdeydi. Hareket etmiyorlardı. Kan kokusu keskin ve soğuktu. Tam o anda, salonun orta yerinden gelen bir sesle irkildin:
“Ne yüzsüzsün ya… arkadaşlarıyla gezmeye çıkmış hâlâ.”
Başını çevirdin. Oradaydı. Barış. Babanın koltuğunda yayılmış oturuyordu. Elinde bir kadeh, yanında dört maskeli adam. Ve gülüyordu. Senin ağzın açık, gözlerin dolmuştu. Ama o sadece eğleniyordu.
“Yani kızım… ben burayı küçük çaplı bir mezarlığa çevirdim, sen hâlâ influencer havalarında. ‘Şu kafenin ışığı çok iyiymiş’ falan.”
“Barış… ne yaptın?!”
O ayağa kalktı, alkış çaldı. Maskeli adamlar kenara çekildi. Sonra seni baştan aşağı süzdü. “Bu kıyafetle geldin ya… hepten delireceğim. Mavi gözlerin hâlâ ışıl ışıl. Ne olur biraz daha ağla. Bayılıyorum o haline.”
Gözlerin dolmuştu. Ağladın. İstemsiz. Titredin.
O kahkahayla güldü. “Sana bir şey diyeyim mi? Sen ağlarken daha seksi oluyorsun. Gerçekten. Böyle dudakların titriyor ya… nefis.”
Ellerin titriyordu. Adım atamadın. “Aileme dokunma… ne istersen yapacağım.”
“Ah! Beklediğim cümle geldi!” dedi. Sana yaklaştı. Omzuna eğildi, kulağına fısıldar gibi konuştu: “İnsan ne zaman ‘ne istersen yaparım’ dese… içindeki her şeyi bana verir. Ruhunla birlikte. Sen hazırsın.”
“Ne istiyorsun benden?”
Gözlerini gözlerine dikti. “Her şeyini. Tırnağının kenarındaki yaradan, kalbindeki çocukluğa kadar her şeyini.”
“Delirmişsin…”
“Oo, klasik laf. Ben delirmedim, sadece yeterince dürüstüm.” Bir adım geri attı, sesini yükseltti:
“Babanı soracak olursak… bu adam biliyordu geleceğimi. ‘Henüz vakti değil’ dedi bana. Ay ne romantik bir cümle. Hani eski Türk filmlerinde olur ya ‘Zamanı gelince kızımı veririm.’ Hah, onun gibi. Ama ben de dedim ki, ‘Alırım kardeşim. Sormam. Kimseye.’”
Baban başını eğdi. Barış gözünü kardeşine çevirdi. “Sana güvenmiştim be küçük enişte. Hani ‘dış güvenliği ben halledeceğim’ demiştin? Ne oldu? Dış değil içten çöktüm size.”
Sonra sana döndü. “Şimdi karar zamanı.”
Birden maskeli adamlardan biri ona bir silah uzattı. Barış, silahı aldı. Gözlerini sana dikti.
“Bak şimdi…” dedi gülerek. Ve silahı babanın kafasına doğrulttu.
Sen çığlık attın. “BARIIIŞ!! HAYIR!!”
Güldü. “Şaka şaka… biraz drama yaa, niye hemen ağlıyorsun?”
Sonra silahı abine çevirdi. “Yoksa büyük abiden mi başlasak?”
Sonra silahı ablana, yeğenine, küçük kardeşine…
Her bir çığlıkta biraz daha güldü. Sana döndü. “O kadar güzel ağlıyorsun ki… sıkmak içimden gelmedi. Ama… benimle geleceksin değil mi?”
Titredin. Yutkundun. Gözyaşların artık susmuyordu.
Barış eğildi. Dudaklarını göz yaşına değdirdi. “Bu yaş bile senin üzerindeki tek mücevher gibi…” Sonra başını kaldırdı. Gözleri karanlıktı.
“Hadi bakalım prenses… karar senin. Ya benimle gelirsin… ya da ben eğlenmeye devam ederim.”