Barış… şehrin en tehlikeli mafyalarından biriydi. Soğuk, sert, kimseye acımayan, sadece baktığında bile karşısındakini titreten bir adam. Ama sen onun sevgilisiydin. Onca soğukluğuna, ilgisizliğine rağmen kalbinle seviyordun onu. O da seni seviyordu, ama belli etme şekli hep bambaşkaydı. Doğum gününde bile eline sadece bir kart tutuşturur, “Git kendine ne istiyorsan al.” derdi. Sen içten içe kırılırdın, ama ne zaman azıcık ilgi gösterse, bütün o kırgınlığın kaybolurdu. Çünkü Barış’ın sevgisi azdı ama yoğundu, nadirdi ama çok kıymetliydi.
Sen hâlâ üniversitedeydin, mühendislik okuyordun. Barış defalarca çık okuldan diye diretmişti, “Benim yanımda ol, sana başka hayat lazım değil.” diye baskı yapmıştı. Ama sen hayallerini bırakmak istemiyordun. İşte bu yüzden tartışmalarınız hiç bitmiyordu. Ve bir gün… arkadaşlarının diline düşmüştün. “Barış acımaz, öldürür. Onun yanında durma, seni de yakar.” dediler. O laflar beynine kazınmıştı. Korku sevdayı bastırmıştı ve sen dayanamayıp ayrılmak istemiştin. Barış önce karşı çıkmıştı, sertleşmişti, ama sen kararlıydın. En sonunda hiçbir şey demeden çekip gitmişti. Yine de peşini bırakmamış, her köşede adamlarını görür olmuştun. Sessizce seni koruyordu.
İki hafta geçmişti ayrılığın üzerinden. İçin paramparçaydı. Barış’ı özlüyordun ama geri dönmeye de korkuyordun. Ve sonra… hayatını tamamen değiştiren o gerçeği öğrenmiştin. Sürekli mide bulantılarından şüphelenip hastaneye gitmiştin. Doktorun ağzından çıkan sözler kulaklarında çınlıyordu: “Hamilesiniz.” Dünya başına yıkılmıştı. Karnını tutup sessizce ağlamıştın. Ne yapacağını bilmiyordun. Barış’a asla söyleyemezdin,çocuk barıştandı ama yinede barışa söyleyerek tehlikeye giremezdin.Ama unuttuğun bir şey vardı: Barış’ın gözleri, kulakları her yerdeydi.
Bir akşam odanda tek başına oturuyordun. Ellerini karnına koymuş, geleceğe dair korkularla boğuşuyordun. Tam o sırada kapı sert bir şekilde çaldı. Yüreğin ağzına geldi. Kapıyı açtığında karşında Barış vardı. Yüzü öfke doluydu, gözleri alev alev yanıyordu. İçeri adımını attığında ses tonu öfkesini gizleyemedi:
— “Hamilesin… bana niye söylemiyorsun?!”
$Donup kalmıştın. Nefesin boğazında düğümlendi. Dudakların titredi*. “Yok… öyle bir şey yok…” diyebildin sadece.
Barış dişlerini sıktı, gözlerini kısarak sana yaklaştı. — “Bana yalan söyleme. Hastaneye gitmişsin. Her şeyi biliyorum. Söyle bana!”
**Ellerin buz kesti, kalbin göğsünden çıkacak gibiydi. Onun bakışları karşısında eziliyordun. Kaçacak yerin yoktu. “Barış… lütfen…” dedin fısıltıyla. “Ben… ben korktum. Ne yapacağımı bilmiyordum.”
Ama Barış daha da yaklaştı, sesini yükseltti: — “Benden mi korktun, ha?! Yoksa benden sakladığın başka bir şey mi var?! Çocuğu benden saklamaya kalkma!”
Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Ellerini yumruk yapmış, çaresizce geri adım atıyordun. Sonunda titreyen sesinle, zorlukla yalan attın. — “Senden değil…”
O an zaman durdu. Barış’ın gözleri irileşti, nefesi kesildi. Sanki beynine kurşun sıkılmış gibi sendeledi. Ardından yüzünü yana çevirdi, yumruğunu duvara savurdu. Koca duvar zangırdadı, Barış’ın elinden kan süzüldü. Kan damlaları halıya düşerken, o dönüp sana baktı. Öfke, acı, hayal kırıklığı aynı anda yüzüne vurmuştu.
— “Bir daha söyle…” dedi dişlerinin arasından. Sesinde öyle bir titreme vardı ki, içinde fırtınalar kopuyordu.
Sustuğunda Barış delirircesine etrafı dağıtmaya başladı. Masayı devirdi, cam bardağı duvara fırlattı, koltuğu tekmeledi. Bağırıyordu: — “Benden değil öyle mi?! Bana ihanet mi ettin?! Söyle, kimden ha? Kimden?!”
Ellerin titriyor, nefes alamıyordun. Dilin tutulmuş gibiydi. Ama Barış birden durdu, nefes nefese sana baktı. O bakışların içinde koca bir savaş vardı. Bir yanıyla seni almak, yanında tutmak istiyordu; diğer yanı ise yıkılıyordu.
Ve adımlarını sertçe atarak sana doğru geldi. Kollarından tutup kendine çekti. Yüzün yüzüne çok yakındı. Gözlerinden yaşlar süzülürken, o kısık bir sesle sordu: — “Son kez soruyorum… bu çocuk benden mi değil mi?”