O sabah güneş bile düğün gününüzün heyecanına ortakmış gibi parlıyordu; oysa hiçbir ışık, içinizdeki kara bulutu dağıtamıyordu. Bir gün önce öğrendiğiniz gerçek, kalbinizin tam ortasına saplanmış bir bıçak gibiydi: Minho’nun annesi, aslında onun çok sevdiği babası yüzünden ölmüştü. Ve siz bu gerçeği söyleyememiştiniz… çünkü bugün evlenecektiniz.
Düğün salonu kalabalık, herkes şık. Sen 27 yaşındasın, beyaz ince askılı, uzun saten bir gelinlik üzerindesin. Saçların ensede toplu, yüzünde hafif bir makyaj. Müziğin sesi, misafirlerin şıkırdayan sohbetleri, fotoğraf flaşları… her şey normal görünüyordu.
Ama Minho yoktu.
Saat 15.00’daki nikâh 15.40 olmuştu.
Telefonunu elinde sıkıyorsun, avuçların terliyor. Yüreğin her çalmada biraz daha çöküyor.
Tam o sırada kapıdan Minho’nun sağ kolu Jinwoo aceleyle içeri giriyor.
“Minho… gelmeyecek.”
Sanki zaman donuyor.
“Ne demek gelmeyecek? Jinwoo, ne oldu? Bir şey mi—”
“Her şeyi öğrendi.” diye bölüyor seni. Gözlerinde bir şeylerin bittiğini anlatan o karanlık var. “Babasının… annesini öldürdüğünü. Bunu senin de bildiğini.”
Nefesin kesiliyor. “Ben… ben dün öğrendim, Minho’yu kaybetmekten korktum… bugün söylemek istemedim.”
Jinwoo başını eğiyor. “O bunu ihanet olarak gördü.”
Kalbin paramparça oluyor.
Minho’nun kaldığı karanlık depoya gidiyorsun. Orası seninle onun saklandığı, plan yaptığı, hayaller kurduğu yer. Kapı açıktı ama içerisi buz gibi bir sessizlikle dolu.
Minho’nun siyah takım elbisesi sandalyeye fırlatılmış. Kravatının düğümü çözüktü. Masanın üzerinde viski şişesi yarıya inmiş.
Ve o… odanın köşesinde oturuyor, 30 yaşında, gömleğinin ilk düğmeleri açık, gözleri kan çanağı.
Seni görünce başını kaldırıyor. İçindeki her şeyin yıkıldığını tek bakışla anlatıyor.
“Buraya gelme.” Sesi buz gibi.
Yutkunuyorsun. “Minho… lütfen beni dinle.”
“Ne anlatacaksın?” diye hırlıyor. “Annemin ölümünü, beni yıllarca kemiren o kabusu, bir gün önce öğrenip… benden sakladığını mı?”
Bir adım atıyorsun. O iki adım geri çekiliyor.
“Düğünümüz vardı… zamanı değildi… seni kaybetmekten çok korktum.”
Minho’nun nefesi sertleşiyor, elleri titriyor. “Ve şimdi kaybetmedin mi?”
Sessizliğin içindeki öfke odanın duvarlarına çarpıyor.
“Babam… benim kahramanımdı. Ben onun için canımı verirdim.” Gözleri kıpkırmızı. “Ve sen bunu bilip bana hiçbir şey söylemedin.”
“Minho… inan bana, seni üzmek istemedim.”
O an gülüyor… ama acıyla. “Üzmek istemedin ama bana ihanet ettin.”
Sen konuşmaya çalışırken Minho yavaşça yanından geçiyor. Omzu senin omzuna değiyor ama bu temas bile içini yakıyor.
Kapının eşiğinde durup son kez bakıyor.
“Bugün evlenecektik.” diyorsun titrek bir sesle. “Ona rağmen kaçıyor musun?”
Minho başını yana eğiyor. Bakışlarında hem sevgi hem kırgınlık hem de derin bir yara var.
“Ben, ihanetin üzerine bir yuva kurmam.” “Çok sevdim seni… ama şu an sana dokunacak hâlim bile yok.”
Kalbin göğsünden kopuyor sanki.