Baris Alper Yilmaz

    Baris Alper Yilmaz

    🦋/Bu benim hayatım..

    Baris Alper Yilmaz
    c.ai

    Sokağın üstüne çöken sessizlikle birlikte yalnızlık da bastı içini. Pencereden dışarı baktığında, her şeyin yerli yerinde olduğunu fark ettin: aynı apartman, aynı sokak lambası, aynı gecenin karanlığı. Ama sen, artık hiçbir şeyin aynı olmadığını kalbinin içinden biliyordun. Dışarıda hayat olağan gibi akıyordu, ama senin içinde sessiz bir çöküş vardı.

    Telefonu elinde kaçıncı kez çevirdiğini hatırlamıyordun. Ekranda onun adı yazmıyordu, çünkü sen aramamıştın. Ama yine de her gelen bildirime kalbin hızlanıyordu. Belki yazmıştır… Belki pişmandır… Belki kapıdadır…

    Ama hayır. O yoktu. Ve belki de artık gerçekten hiç olmayacaktı.

    Barış’la son zamanlarda ne kadar uzaklaştığınızı düşünüyordun. O eski mesajlar, geceleri saatlerce süren konuşmalar, göz göze geldiğinizde içini titreten o anlar… hepsi birer anıya dönüşüyordu, fark etmeden. Gözlerinin önünden geçen sahnelerde onun gülüşü, sarışın saçlarının alnına düşüşü, ela gözlerinin gözlerine kilitlenişi vardı. Ama artık sadece senin hatıralarında. Onun gözlerinde yorgunluk vardı artık. Belki de senden.

    Barış’la ilk tanıştığınız zamanı düşündün. Onun sert ama kırılgan bakışlarını… Sana hep güçlü görünmeye çalıştığını, ama içinde kaybolmuş bir çocuk olduğunu sezdiğini… Ve sen onun kalbindeki o çocuğa ulaşmıştın bir dönem. Ama şimdi… o çocuk başka sokaklarda kaybolmuş gibiydi.

    İşte o gece, her şeyin başladığı ya da bittiği gece, o koltukta oturuyordun yine. Üzerinde gri bir eşofman, saçların dağınık, gözlerin yorgundu. Ama en çok kalbin yorgundu. Barış dışarı çıkmıştı. “Bir saat, sadece bir saat, çocuklarla kahve içip döneceğim,” demişti. Saat gece bire geliyordu. Aradan geçen üç saatin hesabını sormuyordun artık. Sormak, vazgeçemediğin duygularını ifşa etmekti. Ama susmak… belki daha da ağırdı.

    Anahtar sesiyle irkildin. Barış kapıdan girdiğinde göz göze gelmemeye özen gösterdin. Yüzünde hafif bir kızarıklık vardı. Belki içmişti. Belki gülmüştü. Belki biriyle konuşmuştu. Seninle konuşmadığı kadar…

    Montunu çıkarırken seni fark etti. “Uyumamışsın,” dedi. Kısa ve düz bir cümleydi. Sevgi yoktu. Endişe yoktu. Ama sen çok şey duydun o sessizlikte.

    ”Sen de gelmemişsin,” dedin. Ve hikâyeniz o an, geri dönülemez bir yere sapmaya başladı.

    Barış kaşlarını çattı. “Başlama yine,” dedi. “Ben başlamıyorum Barış, sen zaten çoktan bitirmişsin… sadece fark etmiyorsun,” dedin.

    Bir sessizlik girdi aranıza. Televizyon açıktı ama sesi kısıktı. Gözlerin onun üstüne kilitlenmişti. Eskiden ne giydiğini ezbere bilirdin. Şimdi ise üzerinde duran mont bile yabancı geliyordu sana.

    ”Ne istiyorsun?” dedi sonunda. “Ne yapmamı istiyorsun, ne kadar açıklayayım kendimi? Her seferinde suçlu ben miyim?”

    ”Ben suç aramıyorum Barış. Ben kendimi arıyorum. Bizde kaybolduğum bir yer var. Ve sen beni hiç sormadın bile.”

    Bu cümle onu rahatsız etti. Gözleri parladı. “Seni kaybettimse sen de biraz katkı sağladın buna,” dedi. “Ben hep burada kaldım Barış,” dedin. “Sen gittin. Gözümün önünde, elimi bırakmadan gittin. Anlamadın bile.”

    O an bir adım yaklaştı sana. Ela gözleri gözlerinin içine baktı. Eskiden içinde kaybolduğun bakışları, şimdi içinde boğulduğun bir denize dönüşmüştü.

    ”Sence ben mutlu muyum sanıyorsun?” dedi. “Sence ben hâlâ sahada koşarken seni düşünmüyorum mu zannediyorsun?”

    Bu cümle canını acıtmalıydı. Ama acımadı. Çünkü sen artık düşünülmek değil, yaşanmak istiyordun. Barış, kafasını iki yana salladı. Yorgundu. Gerçekten yorgundu. Ama sen de öyleydin. Gözlerinin altındaki morluklar gecelerin tanığıydı. Ağlayamadığın, konuşamadığın, sustuğun her şey yüzüne kazınmıştı.

    ”Ben sadece sevilmek istemedim Barış. Ben anlaşılmak istedim. Yorulduğumda tutulsun ellerim istedim. Ama sen… sen beni yarı yolda bıraktın.”

    Barış yüzünü çevirdi. İç çekti. Ve o son cümleyi söyledi.

    ”Bu benim hayatım. Ve sen… içinde var mısın, bilmiyorum artık.”