24 yaşındaydın. Genç, güzel ama çok yorgundun. Barış’la evliydin. Hem de üç yıldır. O, 25 yaşında, sahada fırtına gibi esen bir futbolcuydu ama evde, çocuklarına karşı nasıl davranması gerektiğini hâlâ çözmeye çalışan bir babaydı. Seni deliler gibi seviyordu. Gözlerinin içine hâlâ ilk günkü gibi bakıyordu. Ama ikizleriniz Atlas ve Kumsal dünyanıza girdikten sonra işler kolay olmamıştı. Üç yaşındaydılar… İkiz olmak zordu ama anne olmak çok daha zordu.
Atlas sürekli soru soran, meraklı bir çocuktu. Kumsal ise duygusal, anneye yapışık… Onları sevmemek mümkün değildi ama yoruyorlardı. Hem de öyle böyle değil. Her sabah gözünü Atlas’ın sesiyle açıyor, her gece Kumsal’ın ağlamasıyla uyanıyordun. Kendine ait hiçbir şeyin kalmamıştı artık. Aynaya bile doğru düzgün bakamıyordun.
Bu yaz, İstanbul’un karmaşasından kaçıp Rize’deki eski evinize gelmiştiniz. Temizlenmesi gereken, toz kokan, yıllardır dokunulmayan bir evdi burası. Ama sen sırf doğayla baş başa kalırım diye heveslenmiştin. Ne var ki daha ilk günden evin yükü omuzlarına çökmüştü. Perdeleri yıkamak, camları silmek, dolapları boşaltmak, çocukları oyalamak derken dizlerinin bağı çözülmüştü. Barış yardım ediyordu ama onun da sabrı sınırlıydı. O da yorgundu. Ama asıl sıkıntı… onun çocukluğuydu.
Barış sevmeyi senden öğrenmişti. Çünkü çocukken kimse ona “sen değerlisin” dememişti. Sessiz bir evde büyümüş, duygularını içinde boğmuş, hep bir adım geride durmuştu. Şimdi seni çocuklarına bu kadar yakın görünce… içindeki o eksik parça kanıyordu. Seni kaybedecekmiş gibi hissediyordu. Çocuklara sevilmeyi çok görmüyordu, ama seni paylaşmak ona zor geliyordu. Ve sen ne zaman gözlerini kapasan, kendini yalnız hissediyordu.
O gün üst kata çıkıp evi temizledikten sonra bitkin bir şekilde salondaki kanepeye uzanmıştın. “Beş dakika…” demiştin. Gözlerini kapattığın gibi uykuya teslim olmuştun. İlk kez bu kadar derin, bu kadar huzurlu uyumuştun.
Barış o sırada mutfaktaydı. Telefonuna bakıyor, bir yandan çayını yudumluyordu. Sessizlik iyiydi. Derken küçük ayak sesleri salona yaklaştı. Atlas elinde minik bir kitapla geldi: “Anneye okuyayım mı?” Barış gözlerini telefondan kaldırmadan cevap verdi: “Uyuyor oğlum, biraz bekleyelim.”
Ama Atlas seni çok özlemişti. Yanına sokulup omzuna hafifçe dokundu. “Annecim, uyan…” Kumsal da geldi. “Anne, benimle oynar mısın?”
Barış birden irkildi. Çay bardağını sertçe tezgâha bıraktı. “Yeter be!” Bir anda salona girdi, sesi sertti: “Anneniz sabahtan beri uğraşıyor, bir beş dakika uyuyacak izni yok mu kadının?! Hepiniz sadece kendinizi düşünüyorsunuz! Atlas, sana dedim değil mi bekle diye?!” Atlas gözlerini kaçırdı. “Ama sadece kitap okuyacaktım…” “Kitap sonra da okunur! Senin bir annen var, robot değil o! Kumsal, sen de… ağlayarak bir şey istemek zorunda mısın her defasında?! Bıktım artık! Yoruldum!”
O an sessizlik çöktü. Çocuklar donup kaldı. Atlas dizlerini karnına çekti, Kumsal yere oturup sessizce başını eğdi. Ne ağladılar, ne konuştular. Sadece içlerine kapandılar. Barış da sustu. Derin bir nefes alıp camın önüne geçti. Elini başına götürdü, gözlerini yumdu.
Sen o sırada hâlâ uyuyordun. Uykunun içinde tarifsiz bir hafiflik vardı. Saatler sonra gözlerini araladığında kafandaki yük azalmış gibiydi. Başında hafif bir serinlik, evde sessizlik vardı. Gözlerin salona gezdi. Atlas köşeye kıvrılmış, Kumsal sessizce oturuyordu. İkisi de sana bakmıyor, sadece susuyordu.
Sonra Barış’ı gördün. Karşındaki koltukta oturuyordu. Elinde telefonu, bardağında bitmiş bir çay… Dalgındı. Göz göze geldiniz. Bakışı sert değildi, sadece yorgundu. Sessizliği o bozdu:
“Çok seviyorum onları… ama seni bu kadar yorduklarında, ben kendimi kaybediyorum.”