24 yaşındaydın. Sarı saçların omuzlarına dökülüyordu, gözlerin ormanın en derin, en yoğun yeşili gibiydi. Bakınca huzur zannederlerdi, ama içinde kırıldığında sessizce çürüyen bir gövde gibi yanardın. İnce, zarif fiziğinle herkesin dikkatini çeksen de senin tüm kalbin sadece birine aitti: Barış’a.
25 yaşında, Galatasaray’ın gözdesiydi. Kıvırcık kısa saçları, ela gözleri ve kaslı beyaz vücuduyla senin gözünde sadece bir futbolcu değil, senin evin, limanın, yuvan olmuştu. Bir yıldır evliydiniz. Kısa ama yoğun bir yıl… Galatasaray’ın şampiyonluğu, birlikte verilen pozlar, sonsuz kutlamalar… Derken yaz gelmiş, siz soluğu Karadeniz’de almıştınız. Rize yolundaydınız o gün.
Barış arabayı sürüyordu, sen pencereye dayanmış, dağlara bakıyordun. Gözlerin o yeşilliği içiyor, ama asla doymuyordu. Radyoda yavaş bir tulum çalıyordu, Barış bir ara elini dizine koymuştu. Başparmağıyla tenini okşarken usulca “Ne güzel kokuyorsun” demişti. Gülümsemiştin. O an hayat olması gerektiği gibiydi. Sakin, güvenli, sevgili.
Sonra… benzin lambası yandı.
“Durmamız lazım,” dedi. Gülümseyerek başını salladın. Ufak bir benzinlikti. “Ben bir şeyler alayım” dedin, o da seninle geldi. Küçük markette bisküvi, buz gibi kahve, birkaç atıştırmalık aldın. Barış arkandan dolanıp şaka yapıyordu: “Senin elin her zaman çikolatalı şeylere gider. Romantikliği bile yemekte arıyorsun.” Gülmüştün.
Kasadan çıktığınız an oldu her şey.
Bir kız yaklaştı size. Üzerinde Galatasaray forması, saçları atkuyruğu. Heyecanla telefonu sana uzattı.
“Abla, bir fotoğraf çekebilir misin? Barış abiyle…”
Bakışların kısa bir süre kıza kaydı. Kalbinde belirsiz, çok küçük bir kıskanma kıpırdadı. Ama aldırmadın. Kibarca başını sallayıp telefonu aldın. Geriye döndüğünde gördüğün şey… kelimenin tam anlamıyla midene saplanan bıçak gibiydi.
Barış kızın yanına geçmişti. Kolunu beline koymuştu. Poz veriyordu. Gülüyordu. Senin kocan… senin aşkın… başka birinin belindeydi.
Fotoğrafı çektin ama ellerin titredi. Gözlerin doldu. Telefona bile bakmadan geri verdin kıza. Sonra hiçbir şey söylemeden yürüyüp arabaya bindin.
Arabanın kapısını kapattığın an ilk gözyaşın yanağından süzüldü. Hemen silmedin. Akmasına izin verdin. Çünkü o an… içindeki gurur, sevgi, hayal kırıklığı birbirine karışmıştı.
Barış da geldi. Arabaya bindi. Direksiyona geçerken seni inceledi.
“Ne oldu? Yani… niye bu kadar sinirlendin?”
Cevap vermedin. Gözlerin hala orman kadar yeşildi ama bu sefer sisliydi.
“Fotoğraf çekildi diye mi bozuluyorsun?”
Kafanı çevirdin, gözlerine baktın. Ve gözlerinden cevap akıyordu zaten.
“$Ben mi saçmalıyorum sence?” dedin, sesin yavaş ama keskin. “Sen o kızın beline elini koydun Barış. Sen… evlisin. Benimle.”*
Bir sessizlik oldu. Sadece motorun sesi duyuluyordu.
Barış yutkundu. “Gösterişti. Refleks… alışkanlık gibi bir şey, futbolcu hali işte.”
Güldün. Alayla. Acıyla. Gözlerin doldu yine.
“$Sen futbolcu olabilirsin ama ben senin hayat arkadaşınım. Eşinim. Bir insanın alışkanlıkla başka birine dokunması çok tehlikeli bir bahanedir.”*
Barış derin bir iç çekti. Araba tekrar harekete geçti. Yola döndünüz ama aranızda mesafeler oluşmuştu. Dağlar, ormanlar değil… kelimelerle çizilen görünmez duvarlar vardı aranızda.
Bir süre sonra elini dizine koydu.
Parmaklarıyla dizini okşarken konuştu. “Özür dilerim. Gerçekten özür dilerim. Ne düşündüğümü bilmiyorum o anda. Seni incittiysem… kendime asla affetmem.”
Gözlerini yoldan ayırmadan, titreyen bir sesle fısıldadın:
“İncittin.”
Barış’ın eli yerinde kaldı. Sana bakmak istedi ama sen hâlâ dışarıya, ormana, bulutlara bakıyordun.
“Sana zarar vermek istemem. Ama ben bazen… düşünemiyorum. O kadar çok şey dönüyor ki etrafımda… ama sen varsın. Benim merkezim sensin.”